1. Anasayfa
  2. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi

Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2004/7721 K: 2004/8013 T.30.6.2004


Mahallinde keşfen yapılacak uygulama sonucunu, gerçekten de çekişmeli taşınmazın bir bölümünün veya tamamının kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığı ve kamu malı niteliğinde olduğunun saptanması halinde, dava dışı paydaş veya hakkındaki dava reddedilen ölü paydaşın mirasçıları yönünden de dava açılması, tüm paydaşlar bakımından hüküm kurulması gerekir.

Taraflar arasında görülen davada; Davacı hazine, tapuda davalıların miras bırakanı adına kayıtlı 2481, 2482 nolu parsellerin Akşehir Gölü kıyı kenar çizgisi içinde kaldığını ileri sürüp, tapuların iptali ile tescil harici bırakılmasını istemiştir.

Davalı Raşide, davanın reddini savunmuştur. Diğer davalı Sıdıka’nın dava tarihinden önce ölü olduğu anlaşılmıştır.

Mahkemece, davalı Sıdıka hakkındaki davanın ölü kişi olması nedeniyle husumetten reddine, diğer davalı hakkındaki davanın hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle, reddine karar verilmiştir.

Karar, davacı Hazine vekili tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; tetkik hakimi’nin raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:

Dava, 3621 sayılı Yasa hükümleri gereğince tapu iptali ve sicil kaydının terkini isteğine ilişkindir.

Mahkemece, davalı Sıdıka’nın dava tarihinde ölü olduğundan, diğer davalı yönünden hak düşürücü süre geçtiğinden bahisle davanın reddine karar verilmiştir.

Öncelikle Medeni Yasamızın 715. maddesi hükmüne göre “Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait mallar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.” Kadastro Yasasının 16/C maddesinde de, “Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kayalar, tepeler, dağlar ( bunlardan çıkan kaynaklar )gibi, tarıma elverişli olmayan sahipsiz yerler ile deniz, göl, nehir gibi genel sular tescil ve sınırlandırmaya tabi değildir, istisnalar saklıdır” denilmektedir. Genel sular ve göller ile bunların kenarındaki kumluk, taşlık ve kayalık yerlerden kamunun serbestçe yararlanması; kamunun, başka bir deyişle herkesin hakkıdır. Genel sulardan ve bunların bütünleyici bölümleri olan kumluk, taşlık ve kayalık yerlerden kamunun yararlanması, genel suların sahil şeritlerinin herkese açık bulundurulması ile bu niteliklerin korunması ile mümkün olabilir.

2709 sayılı Anayasamızın Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler başlıklı 3. bölümünün “kamu yararı” ve “kıyılardan yararlanma” başlığını taşıyan 43. maddesinde “kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir…” denilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunun 23.11.1988 gün ve 1/825- 964 sayılı kararında da değinildiği gibi, “Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler, bu nitelikleri itibariyle yasama organının serbestçe düzenlenmesine açık yerlerden değildirler. Yasama organı çıkaracağı yasalarla, söz konusu taşınmazların bu niteliklerini koruyucu yönde düzenlemede bulunmak zorundadır; zira Anayasa hükümleri yasa koyucunun yetkilerini ve düzenleme alan ve sınırlarını belirleyici hükümleridir. Bu itibarla 3402 sayılı Yasanın devletle kişiler arasındaki uyuşmazlıklara ve davalara son vermek amacıyla devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin bu niteliklerini ortadan kaldıracak yönde yoruma elverişli olarak çıkarıldığını benimseme olanağı yoktur.” Devletin görevi, kıyıların niteliğini korumak ve kamunun bundan yararlanmasını olabildiği ölçüde sağlamaktır.

Yukarıda sözü edilen Genel Kurul Kararındaki hak düşürücü sürenin devletin hüküm ve tasarrufu altındaki, özel mülkiyete konu olmayacak yerlerde uygulanmayacağı ilkesi “3402 sayılı Yasanın 12. maddesini yorumlarken, aynı Yasanın 16. maddesinin de birlikte değerlendirilmesi gerekir. Yasanın 12. maddesi hak düşürücü süreyi tutanaklarda belirtilen “haklara sınırlandırma ve tespitlere ait tutanaklar kesinleştiği tarihten itibaren” işletmeye başlamıştır. Bu itibarla 3402 sayılı Yasanın 12. maddesinde öngörülen hak düşürücü süre özel mülkiyete konu olmayan ve özel hukuk hükümlerine tabi bulunmayan üzerinde mülkiyet hakkı kurulamayacak devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazlar hakkında Hazine tarafından açılacak davalara uygulanmaz” şeklinde açıklanmıştır.

Hukuk Genel Kurulunun 24.3.1999 gün ve 1/170-167 sayılı kararında da “3402 sayılı Yasanın 12/3 maddesinde düzenlenen 10 yıllık hak düşürücü sürenin, Hazinece açılan ve devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yer iddiasına dayanan davalarda dava koşulu olarak ele alınıp değerlendirilemeyeceği, işin esasına girilip dava konusu taşınmazın gerçek niteliğini, daha açık bir anlatımla özel mülkiyete konu olup, olmayacağının tespit edilmesinden sonra bu yönde bir karar verilmesi gerektiği; yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ortaklaşa kabul edilen bir kural haline geldiği” vurgulanmıştır.

Yukarıdan beri açıklanan yerleşmiş Yargıtay Hukuk Genel Kurul Kararları özetlenecek olursa, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve bu nedenle tespit dışı bırakılması gereken taşınmazlar hakkında tespit tutanağı düzenlenmiş olsa bile, yok hükmünde sayılan işlemler, önceki 766 sayılı Yasanın 31/2 ve halen yürürlükte bulunan 3402 sayılı Yasanın 12/3 maddelerinde yazılı olan 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi değildir. Kıyı kenar çizgisi içerisinde kalan kumluk yerlerin devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğu tartışmasızdır. Bu husus Yargıtay’ın istikrar kazanmış kararları gereğidir.

Öte yandan, dosya içeriği ve toplanan delillere göre çekişmeli taşınmazın kayden davalıların miras bırakanı Hasan’a ait olduğu, ölümüyle taşınmaz mülkiyetinin irsen davalılar ile davada yer almayan mirasçılarına geçtiği tartışmasızdır. Ayrıca kayıt maliki Hasan’ın terekesinin elbirliği mülkiyetine tabi olduğu da açıktır. Öyleyse terekeye veya terekedeki yer alan bir mala yönelik açılacak davaların tüm mirasçılarına karşı açılması elbirliği mülkiyetinin ( Medeni Kanunun 701, 702 md. )zorunlu bir sonucu olup, somut olayda tüm mirasçılara davada yer verilmediği gibi terekenin temsil edildiği ve taraf teşkilinin sağlandığı da söylenemez.

Diğer taraftan, 4.5.1978 tarih ve 4/5 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gereğince ölü kişi hakkında açılan davanın dinlenmesine kural olarak olanak yoktur. Ancak, davanın terekeye yönelik olarak açılması ve bir kısım mirasçıların davada yer alması halinde, terekedeki hak sahipleri arasında mecburi dava arkadaşlığı söz konusu olacağından işin esasına girilmeksizin davanın reddi doğru olmaz. Böylesi bir durumda diğer ortakların yanında davalı gösterilen ölü kişinin mirasçıları tespit edilerek davada yer almalarının sağlanması davanın görülebilirlik koşulunun yerine getirilmesi asıldır. Esasen dava ekonomisi de bunu gerektirir.

Davacı hazine, 3621 sayılı Yasa hükümleri gereğince çekişmeli taşınmazın kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığını iddia etmiş ve taşınmaz kaydının sicilden terkinini istemiştir. Mahkemece iddia ve savunma doğrultusunda tüm deliller toplanarak 28.11.1997 tarih ve 5/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında belirtilen ilkeler çerçevesinde uygulamalı olarak gerekli araştırma ve incelemenin yapılması sonucu; taşınmazın tamamının veya bir bölümünün kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığının veya taşınmazın niteliği itibarı ile özel mülkiyete konu olamayacak ve sicile geçmesi gerekmeyen, kamu malı vasfında olduğunun anlaşılması halinde yolsuz tescil niteliği ile sicil kaydının iptal edilerek kütükten terkin edileceği kuşkusuzdur.

Bu durumda, dava dışı veya hakkındaki dava reddedilen bir kısım paydaşlara ait paylar yönünden sicil ayakta kalırken, diğer paylar yönünde dava kabul edilerek sicilin terkini ile tapu sicillerinin niteliğine ve amacına uygun düşmeyecek ve kamu malının hukuksal içeriğinden uzak bir durumun ortaya çıkacağı muhakkaktır.

Öyleyse, mahallinde keşfen yapılacak uygulama sonucunu, gerçektende çekişmeli taşınmazın bir bölümünün veya tamamının kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığı ve kamu malı niteliğinde olduğunun saptanması halinde, dava dışı paydaş veya hakkındaki dava reddedilen ölü paydaşın mirasçıları yönünden de dava açılması, tüm paydaşlar bakımından hüküm kurulması zorunlu hale gelecektir.

Sonuç : Hal böyle olunca, öncelikle çekişmeli taşınmazda malik görünen Hasan’ın tüm mirasçılarının davada davalı sıfatıyla yer almalarının sağlanması davanın görülebilirlik koşulunun yerine getirilmesi böylelikle taraf teşkilinin oluşturulması, ondan sonra iddia ve savunma doğrultusunda delillerin toplanması, soruşturmanın eksiksiz tamamlanması sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve yerinde olmayan gerekçelerle yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir. Davacı hazinenin temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün HUMK’nın 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, 30.6.2004 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.