İnşaat sözleşmelerinde müteahhidin kendi kusuruyla iş muayyen zamanda bitirmeyerek temerrüde düşmesi nedeniyle sözleşmenin iş sahibi tarafından feshi halinde, uyuşmazlığın kural olarak Borçlar Kanununun 106 108. maddeleri hükümleri çerçevesinde çözümlenmesi gerekeceği; ancak, olayın niteliği ve özelliğinin haklı gösterdiği durumlarda, Medenî Kanunun 2. maddesi hükmü gözetilerek, sözleşmenin feshinin ileriye etkili sonuç doğuracağı.
Borçlar Kanununun 360. maddesinin son fıkrasındaki “-yapılan şey iş sahibinin arsası üzerine yapılmış olup da mahiyeti itibarıyla ref’i ve kal’i fazla bir zararı mucip ise, iş sahibi ancak ikinci fıkra mucibince işlem yapar-” hükmünün (müteahhidin kusuruyla temerrüde düşmesi halinde) uygulanması konusunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 6.10.1982 gün ve 1982/15 356 esas, 1982/817 karar sayılı kararı (1) ile Onbeşinci Hukuk Dairesi kararları arasında içtihat uyuşmazlığı meydana gelmesi nedeniyle içtihatların birleştirilmesi Onbeşinci Hukuk Dairesi Başkanlığı’nın 26.4.1983 gün ve 1983/54 sayılı yazısıyla (bu konudaki daire kararına dayanılarak) istenilmiş olmakla; Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nda, kararlar arasında içtihat uyuşmazlığının varlığı kabul edilerek işin esası görüşüldü :
1 – Kararlar arasındaki içtihat uyuşmazlığı, inşaat sözleşmelerinde müteahhidin teslim gününde yapıyı bitirmeyerek kusuruyla temerrüde düşmesi halinde, olayın niteliği ve özelliğinin haklı gösterdiği durumlarda; Borçlar Kanununun 360. maddesinin kıyas yoluyla uygulanıp uygulanamayacağında toplanmaktadır. Onbeşinci Hukuk Dairesi’nin kararlarında, bu hallerde, 360. maddenin kıyas yoluyla uygulanacağı kabul edilmektedir. Hukuk Genel Kurulu kararında ise, müteahhidin kusuruyla temerrüde düşmesi durumunda uyuşmazlığın yalnızca Borçlar Kanununun 106 – 108. maddeleri hükümleri uyarınca çözümlenmesi, 360. maddenin kıyasen uygulanamayacağı görüşü benimsenmiştir.
Raportör üyenin, konuya ve ayrıca sorunun çözümüne ilişkin bilimsel görüşler hakkındaki açıklamaları da dinlendikten sonra, aşağıdaki gerekçelerle içtihat uyuşmazlığı giderilmiştir.
2 – Tam karşılıklı sözleşmelerden olan istisna sözleşmelerinde borçlunun (müteahhidin) kendi kusuruyla işi teslim gününde bitirmeyerek temerrüde düşmesinin hukukî sonuçları hakkında Borçlar Kanununda özel bir hüküm yer almamaktadır. Genel hükümlerde (madde 106 108.) tam karşılıklı sözleşmelerde borçlunun temerrüdü düzenlenmiştir. O halde, ortada kanun boşluğu yoktur ve Hukuk Genel Kurulu kararında da belirtildiği üzere, içtihadı birleştirmeye konu olaylarda uygulanacak kanun hükümleri Borçlar Kanununun 106 108. maddeleridir. Çünkü, bir konu hakkında kanunda hiç hüküm bulunmadığı hallerde kanun boşluğundan söz edilebilir. Olaya uygulanabilecek kanun hükümleri bulunduğuna göre, hâkimin görevi, herşeyden önce bu hükümleri uygulamaktır. Az önce belirtildiği üzere, kıyas yoluyla kanun boşluğunun doldurulması; ancak konu hakkında uygulanacak bir hükmün bulunmaması halinde mümkündür (MK. m. 1).
Kusur halinde iş sahibinin hakkı başlığı altında düzenlenen Borçlar Kanununun 360. maddesi hükmü, kural olarak, bir eserin istenen vasıflara uygun olarak meydana getirilmemesi (yani işin ayıplı tamamlanması) hallerinde uygulanabilir. İnceleme konusu olaylarda ise, müteahhidin teslim gününde yapıyı bitirmemesi yüzünden temerrüde düşmesi ve yapıyı kısmen tamamlaması söz konusudur. Bu nedenlerle, uyuşmazlık konusu olaylarda 360. maddenin doğrudan doğruya uygulanabileceği yolundaki görüş de benimsenmemiştir.
Öte yandan, Borçlar Kanununun 358. maddesi genellikle iş sahibinin sözleşmeden erken dönebilmesi halinde ilişkindir. Bu nedenle, içtihadı birleştirmeye konu olayda 358. maddenin uygulanabileceğini kabul etmek de mümkün görülmemiştir.
3 – A) Borçlar Kanunumuzda (özellikle 106 – 108. maddelerde) borçlunun kısmî temerrüdünden ve bu hale uygulanacak hükümlerden açıkca bahsedilmemektedir. Kuşkusuz, borçlunun kısmî temerrüdü halinde de uygulanacak kanun hükümleri 106 108. maddeler olacaktır. Ancak, 108. maddenin birinci fıkrasında “-Akitten rücu eden alacaklının, tediye eylediği şeyi istirdat edebileceği-” belirtildiği halde, borçlunun kısmî ifasının karşılığının iadesi hakkında kanunda bir açıklık bulunmamaktadır. O halde, bu yönden kanunun yorumlanması ve mevcut “kanun içi” boşluğun tamamlanması gerekmektedir. Bu hususta, Medenî Kanunun 1. maddesi ile birlikte 2. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen “doğruluk kuralından” yararlanılmalıdır. Zira, doğruluk kuralının fonksiyonlarından (ödevlerinden) biri de, kanundan ve sözleşmeden doğacak hak ve yükümlülüklerin yorumunda ve tamamlanmasında görülür. MK. 2/1. maddedeki doğruluk kuralıyla; kanun hükümlerinin yorumlanmasında ve uygulanmasında akla aykırı ve ifrata kaçan sonuçlara varılmaması amacı güdülmüştür. Öte yandan, istisna sözleşmelerinde karşılıklı güven esastır. Güven kuralı uyarınca da, hiç kimse haklı olarak beklediklerinde hayal kırıklığına uğratılmamalı; herkes karşısındakinin kendisinden beklediği şeyi düşünmeli ve ona göre davranmalıdır. Konuya bu kurallar açısından bakıldığında; müteahhidin yapının tamamladığı kısmı (mütemmim cüz kuralı gereği olarak) arsa (iş) sahibine ait olacağı için, sözleşmeyi fesih yolunu seçen iş sahibi de kabul ettiği veya kabul edebileceği bu kısmî ifanın karşılığını elbette müteahhide iade edecektir. İade edilecek bu kısmî ifanın karşılığı belirlenirken, ifanın geçerli bir sözleşmeye dayanılarak yerine getirildiği gerçeği ile feshi söz konusu olan sözleşme türünün özelliği de gözden uzak tutulmamalıdır.
B) İş görme sözleşmeleri arasında yer alan istisna sözleşmesi genel olarak “anî edimli”, sözleşmeler gurubunda mütalâa edilmekte isede, istisna sözleşmesinin bir türü olan inşaat sözleşmelerinde; müteahhidin (emeğe ve masrafa dayanan) edim borcunun genellikle uzun bir zaman süreci içinde yayılmış olmasından dolayı ve edimborcunun bu özelliği yönünden, sürekli borç ilişkilerine özgü kuralların da gözetilmesi gerekir. Kanunda da, istisna sözleşmeleri düzenlenirken, sürekli borç ilişkilerine özgü kurallara yer verildiği görülmektedir. O halde, Hukuk Genel Kurulu kararında da açıkça belirtildiği gibi, inşaat sözleşmeleri “geçici sürekli karmaşığı” bir özellik taşımaktadır. Baskın olan bilimsel görüşler de bu yoldadır: Borçlar Kanununun 106 108. maddeleri ise, anî edimli sözleşmelere ait kuralların doğuracağı sonuçlara göre düzenlenmiştir. Görüldüğü üzere, müteahhidin kusurlu temerrüdü nedeniyle sözleşmenin feshi halinde, hukukî sonuçları farklı olan iki ayrı kural karşılaşmaktadır. Aynı mesele hakkındaki bu zıt kuralların birbirini karşılıklı olarak yok edecekleri ve böylece örtülü bir kanun boşluğunun meydana geleceği öğretide ifade edilmektedir. Karşılaşan bu iki zıt kuraldan hangisine üstünlük tanınacaktır?. Başka bir anlatımla, inşaat sözleşmelerinin borçlu temerrüdü nedeniyle feshi halinde, bu fesih (geriye mi, ileriye mi etkili) sonuç doğuracaktır ?
Bazen, inşaat sözleşmesinin iş sahibi tarafından feshedildiği anda, kusuruyla borçlu temerrüdüne düşen müteahhidin, yapının tamamladığı kısmının kapsamı o dereceye ulaşırki; böyle bir durumda, müteahhidin bu kısmî ifasının karşılığı yalnızca 106 108. maddeler uyarınca belirlenirse, iş sahibi, normal hallerde sağlayamayacağı bir imkâna (müteahhidin kusurundan amacı aşan bir şekilde yararlanmak suretiyle) kavuşmuş olur ve müteahhit de sembolik bir karşılıkla yetinmek zorunda kalır. Oysa, müteahhidin olaydaki kusuru; borçlar hukuku yönünden, müteahhidin kısmî ifasının karşılığını belirleme bakımından değil, iş sahibine ödemek durumunda kalacağı tazminatın kapsamının tayinde önemlidir (BK. m. 98/2, 43). Görülmektedir ki, 106 – 108. maddeler tüm olaylara aynen uygulanırsa; bazı istisnaî hallerde “hakkı şekle mahküm edecek derecede” adalete aykırı sonuçlara neden olabilmekte ve bu kanun hükümleri tatminkar olmaktan uzak kalabilmektedir. O halde, bu adalete ay kırı sonuçlar nasıl giderilebilecektir ?
İşte, bu meselelerin objektif bir şekilde çözümü, ancak Medenî Kanunun 2. maddesinde yer alan kuraldan yararlanmak suretiyle mümkün olabilir. Çünkü, Türk İsviçre Hukukuna göre, bu gibi durumlarda, Medenî Kanunun 1. maddesinden değil, 2. maddenin ikinci fıkrasında düzenlenen “hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralından” yararlanılabilir. Bu gün hâkim olan fikre göre, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının amacı, hâkime özel ve istisnaî hallerde (adalete uygun düşecek şekilde) hüküm verme imkânını sağlamaktır. Madde hükmünün bu özelliği, İsviçre Federal Kurulunun Medenî Kanun tasarısını Millet Meclisi’ne sevkine ilişkin 1904 tarihli mesajında şöyle açıklanmaktadır : “-Bir hakkın kullanılmasının açıkca adaletsizlik teşkil ettiği ve gerçek hakkın tanınması ve ferdin korunması için bütün hukukî yolların kapalı bulunduğu hallerde, MK. m. 2 f. 2 hükmünün amacı zaruretten doğan ve olağanüstü bir imkân sağlamaktır “. Prof. Dr. Zahit İmre’nin Türk Medenî Hukukuna Göre Hâkimin İktisadî Meseleler karşısında Durumu başlıklı makalesinde (Prof. Dr. Fikret Arık’a Armağan, Ankara 1973, sh. 173) görüşüne yer verilen İsviçre’de Medenî Hukuk Profesörü MERZ’in ifade ettiği gibi, bu durumlarda, şekli hukuktaki hakkı, maddi; adalet mülâhazaları sınırlar ve onu gerçek ölçülerine götürebilir. Ord. Prof. Dr. Andreas B. SCHWARZ’ın (Medeni Kanunun 2. maddesi ile Borçlar Kanununun 106 108. maddelerine ilişkin) görüşü de; özetle şöyledir : I MK. nun 2. maddesindeki esaslar, kanunun harfi harfine tatbikinin hakkaniyete uymayan neticelere götürdüğü hallerde, bir tashih vasıtası olarak bütün hukuk sistemine hakim bulunmaktadır. Bu umumî esaslar kanuna ve onun hükümlerine, hayatın değişik durumlarına uymak kabiliyetini vermekte ve kanuna geniş bir elâstikiyet bahşetmektedir (Medenî Hukuka Giriş, İstanbul 1946, sh. 203 vd.). II MK. 2. maddesindeki esaslar da gözetildiğinden, alacaklı, ihlâl edilen sözleşmeyi vaziyete göre geriye etkili veyahut ilerisi için feshi ihbar suretiyle tek taraflı olarak bozabilir. Sözleşmenin ihlâli sebebiyle fesih hakkı kuralı takdiri bir kuraldır. Bu hususta hâkimin, her hadisede “feshin doğuracağı sonuçlar bakımından” böyle bir münferit hal suretini kabul etmenin ne dereceye kadar doğru olacağını, halin icaplarına göre tartması gerekir (Türk Borçlar Hukukuna Göre Akdin İhlâli Sebebiyle Fesih başlıklı makale; Ebül’ulâ Mardin’e Armağan, İstanbul 1944, Sh. 759 vd).
Bu açıklamalar da göstermektedir, ki, Medenî Kanunun 2/2. maddesindeki kuralla; kanunun ve hakkın mutlaklığı kuralına istisna getirilmektedir. Ancak, bu kuralın tâliliği (yani ikinciliği) de gözetilerek; öncelikle her meseleye ona ilişkin kanun hükümleri tatbik edilecek uygulanan kanun hükümlerinin adalete aykırı sonuç lara neden olabildiği bazı istisnaî durumlarda da, 2/2. maddedeki kural, haksızlığı tashih edici bir şekilde uygulanabilecektir. O halde, içtihadı birleştirmeye konu meselelerin çözümünde izlenecek yol şöyle olmalıdır :
Şayet, olayın niteliği (müteahhidin yapının tamamladığı kısmının kapsamı) ve özelliği (uyuşmazlığın yalnızca BK. 106 – 108. maddeleri uyarınca çözümlenmesini) gerektiriyorsa; sözleşmenin feshinin bu hükümlerde öngörülen hukukî sonuçları doğuracağı tabiîdir. Artık bu durumlarda, inşaat sözleşmesinin müteahhidin edim borcu yönünden özelliği de sonucu etkilemez.
Ancak, olayın niteliği ve özelliğinin (uyuşmazlığa 106 – 108. maddeler hükümlerinin uygulanmasının doğuracağı adalete aykırı sonuçlarının) haklı gösterdiği durumlarda; Medenî Kanunun 2. maddesi hükmü gözetilerek, sözleşmenin feshinin (sürekli borç ilişkilerinde olduğu gibi) ileriye etkili sonuç doğuracağı kabul edilmelidir. Böyle bir çözümün sonucu olarak da, mütemerrit müteahhit; kısmî ifasının bedelini iş sahibinden ve iş sahibi de; müteahhidin kusuruna bağlı tüm zararlarını müteahhitten talep edebilecekler ve bu suretle tarafların yararları arasında karşılıklı bir denge kurulmuş olacaktır.
Sonuç : İstisna sözleşmesinin bir türü olan inşaat sözleşmelerinde müteahhidin kendi kusuruyla iş muayyen zamanda bitirmeyerek temerrüde düşmesi nedeniyle sözleşmenin iş sahibi tarafından feshi halinde, uyuşmazlığın kural olarak Borçlar Kanununun 106 108. maddeleri hükümleri çerçevesinde çözümlenmesi gerekeceğine; ancak, olayın niteliği ve özelliğinin haklı gösterdiği durumlarda, Medenî Kanunun 2. maddesi hükmü gözetilerek, sözleşmenin feshinin ileriye etkili sonuç doğuracağına; birinci ve ikinci toplantılarda 2/3 çoğunluk sağlanamadığından, 25.1.1984 günlü üçüncü toplantıda çoğunlukla karar verildi.
(Gerekçe bakımından)
Bu “Tevhidi İçtihat Kararı”, Yargıtay Onbeşinci Hukuk Dairesi’nin 26.4.1983 gün ve 1983/56 sayılı kararı ve bu karara atfen aynı tarihli yazılı isteği üzerine, “Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu” tarafından ittihaz buyurulmuş bir karardır. Gerek söz konusu özel daire kararında ve gerekse 2797 sayılı “Yargıtay Kanunu, nun 45. maddesi hükmüne göre “Yargıtay Birinci Başkanlık” makamına yazılan yazıya eklenen, (8.4.1977 gün ve E. 1977/470 K. 1977/837 İzmir Asliye Beşinci Hukuk Hâkimliği’ne, 14.2.1980 gün ve E. 1979/2683, K. 1980/341 Antalya Asliye Üçüncü Hukuk Hâkimliği’ne ve 2.4.1980 gün ve E. 1980/679, K. 1980/843 sayılı Ankara Asliye Altıncı Hukuk Hâkimliği’ne) ait dava dosyaları ile ilgili olarak söz konusu özel dairece verilen karar örnekleri ile aynı “istek yazısına ekli Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’na ait 6.10.1982 gün ve E. 1982/15 – 356, K. 1982/817 sayılı ve (Samsun Birinci Asliye Hukuk Mahkemesi)’ne ait dava dosyası ile ilgili. kararların bir teki dahi (bedel) yani (para) karşılığı yapılan inşaat sözleşmesi ile ilgili olmayıp tamamı (arsa payı karşılığında apartman inşaatına ilişkin) olup (arsa sahibi) ile o inşaatı deruhte eden (müteahhit) arasında zuhür etmiş ve bu nedenle de Borçlar Kanunu’nun 358, 360 ve 371. maddeleri hükümlerinin uygulanmasından kaynaklanan uyuşmazlıklara ait bulunmasına rağmen, –her nedense– Tevhidi İçtihat Kararının hemen hemen hiçbir yerinde (ana metnin ikinci satın içindeki tek kelime dışında) bu “maddi olay yönüne değinilmediği gibi, sanki, Tevhidi İçtihat isteği –genel olarak– “para karşılığı inşaat yapımı” uyuşmazlığından kaynaklanmış ve bu nedenle böyle bir karar verilmişcesine, –okuyanlar üzerinde– yanlış bir kanaat ve intiba uyandırır tarz ve uslüpla kaleme alınmış bulunmaktadır.
2797 sayılı “Yargıtay Kanununun 45/f – 4 hükmü ile “yargıtay İç Yönetmeliği”nin 16. maddelerinde; (İçtihadı Birleştirme görüşmeleri, alınmış olan ilke kararları çerçevesinde yürütülür ve kararları yazılır) hükmü yer almış bulunmaktadır. Diğer taraftan, aynı Kanunun 17/C bendi hükmüne göre İçtihadı Birleştirme görüşmeleri ve kararlarının alınış biçimi ile ilgili olarak (Yargıtay Başkanlar Kurulu) tarafından alınan ve (Resmi Gazete)’nin 13.7.1975 gün ve 15294 sayısının onbirinci sayfasında yayınlanmış olan 18 maddelik (İlke Kararı)’nın 8. maddesinde aynen :
(İçtihadı Birleştirme görüşmelerinde söz alanların konuşmaları elektromanyetik âletlerle tesbit ve sonradan daktilo edilir. Daktilo edilen metin raportör üye ve konuşmacı tarafından imzalanır. Bantlar Birinci Başkanlıkça saklanır…) denildiği gibi “Kararın yazılmasında gözönünde tutulacak esaslar, başlıklı kısmında da :
M. 13 – İçtihadı Birleştirme kararına neden olan kararların dayandıkları hukuki esaslar ve bu kararlar arasındaki çelişkiler, ön sorunların oylanmasına ilişkin açıklamalar.
M. 14 – Müzakereler sırasında ortaya çıkan başlıca hukukî görüşler ve gerekçesi.
M. 15 – Oylama sonucu içtihatların birleştirilmesi yönünde benimsenen hukuki görüş ve bu görüşün gerekçesi.
M. 18 – İçtihadı Birleştirme kararı yazım işi ile görevlendirilen Kurul üyesi tarafından kaleme alındıktan sonra Başkana sunulur, karara son yazılış biçimi vermek Başkana aittir. denilmektedir.
25.1.1984 gün ve E. 1983/3, K. 1984/1 sayılı bu “Tevhidi İçtihat Karan”nın, madde metinleri aynen yukarıya aktarılan “İlke Kararı”na tam mânasıyla uyularak kaleme alındığı, iddia edilemez. Diğer taraftan, söz konusu “İlke Kararı”nın (Resmi Gazete) ile yayınlanmasından bugüne kadar aradan geçen sekiz yılı aşkın uzun süre içerisinde, “İçtihadı Birleştirme müzakereleri ile ilgili olarak, “İlke Kararı”; -müzakerelerin elektromanyetik âletlerle (teyp’le) tesbit ve sonradan daktilo ile çözülüp konuşmacıya imzalatılmasıgereğinin yerine getirildiğini ve bu suretle “İlke Kararı”na uyulduğunu, hiçbir yetkili kişi, ileri süremez ve bu itibarla da söz konusu “İlke Kararı”, sadece yayınlandığı (Resmî Gazete)’nin sayfaları arasında kalmış bulunmaktadır. Şayet, bu “İlke Kararı” gereği yerine getirilmiş olunsa idi, o zaman, bu “Tevhidi İçtihat Kararı” müzakere zabıtları -karar metni ile birlikte– tıpkı 1927 1954 yılları arasında olduğu gibi yayınlanması gerekecek ve hangi üyenin, hangi görüş istikâmetinde ne şekilde bir fikir beyan ettiği ve alınan kararın hangi hukukî ilkeler doğrultusunda bir sonuca bağlandığı hususu, hiçbir tereddüde meydan vermeyecek bir şekilde, tebeyyün edecek idi.
Her ne kadar, “Yargıtay Kanunu”nun 45. maddesinin son fıkrası hükmüne göre, İçtihadı Birleştirme Kurulları, özel daire ve Genel Kurulların kararlarında yer alan gerekçe ve görüşlerle bağlı olmaksızın karar vermek imkânına sahip iseler de, hiç şüphesiz ki, bu hal, madde metinlerini bu muhalefet şerhine aynen aktardığım söz konusu “İlke Kararı”nın, -kararların yazılması ile ilgili açık hükümleri karşısında”Tevhidi İçtihat Kararı” yazılırken heyetin hangi nedenlerle değişik bir sonuca ulaştığı hususunu, karar metninde belirtmeyi, bertaraf etmez. Tevhidi İçtihada neden olan kararlarda yer alan “maddî vâkıâ” ve varılan hukukî görüşlere, -bu Tevhidi İçtihat Kararında olduğu gibi– karar metninde hiç yer verilmeden, “mücerret”, olarak kararın kaleme alınmış olması hali, o kararın, hangi benzer olaylarda uygulanacağı hususunda, başta, mahkeme hâkimleri olmak üzere, bil’umüm sair ilgilileri tereddüde sevkeder ve sebepsiz olarak yanlış uygulamalara ve hatta “karışıklığa” neden olur ve olacaktır da!..
Yargıtay Kanunu’nun 45/f.5 hükmünde de açıkça belirtildiği üzere, (İçtihadı Birleştirme Kararları benzer hukukî konularda Yargıtay Genel Kurullarını, dairelerini ve adliye mahkemelerini bağlar). Binâenaleyh, “bağlayıcılık” yönünden “Tevhidi İçtihat Kararı” ile kanun hükmü arasında hiçbir “değer farkı” yoktur. Her kanun gibi, “Tevhidi İçtihat Kararı” da, hiçbir tereddüde ve karışıklığa mahal vermeyecek derecede “açık ve “kesin” bir ifade ile kaleme alınmış olması şarttır. Malüm olduğu veçhile, kanun metinlerinin açık olmaması ve uygulama alanında tereddütlere neden olması halinde, ilgililerin vâki müracaatı üzerine, teşriî organ olan, (Türkiye Büyük Millet Meclisi) tarafından “tefsir kararı” verilmek suretiyle kanunlardaki tereddüt ve müphemiyetin giderilmesi her zaman mümkün bulunduğu halde, “Tevhidi İçtihat” kararlarındaki aynı müphemiyeti açıklığa kavuşturacak, –Yargıtay Kanunu’nda– hiçbir hüküm sevkedilmiş değildir.
Bu “Tevhidi İçtihat” isteği ile ilgili olarak “Yargıtay Büyük Genel Kurulu”nda ayrı ayrı zamanlarda ve tam dört defa yapılan müzakereler sırasındaki her konuşmamda da belirttiğim üzere, Yargıtay Onbeşinci Hukuk Dairesi’ne ait -bu muhalefet şerhinin baş kısmındatarih ve numaraları yazılı daire kararları ile Yargıtay Genel Kurulu’na ait (27 oya karşı 6 muhalif oyla alınmış olan) karar arasındaki aykırılık; (arsa payı karşılığı apartman inşaatı yapımı sözleşmelerinde), inşaatı (keyfi) veya kendi (kusurlu hareketi) sonucu sözleşmede belirtilmiş olan (süre) içinde tamamlamayarak inşaatı yarıda bırakıp işi terk’eden ve fakat o arsa sahibi tarafından, ya kendi imkânları içinde veya bir başka müteahhitle yeni bir sözleşme yapmak suretiyle ancak inşaatı tamamlanan o apartman binasında -kusurlu ilk müteahhide yaptığı iş oranında ve (kâr) şeklindekendisine apartman dairesi vermek suretiyle, o müteâhhit, o binanın mülkiyetine ortak mı olacak, yoksa, Borçlar Kanunu’nun “haksız iktisap hükümleri”ne göre, müteâhhidin arsa sahibinden sadece inşaatı yarı bıraktığı ana kadar o inşaata sarfettiği ve inşaatın bünyesine giren (malzeme bedeli + işçilik ücreti =) toplamı neye bâliğ oluyorsa sadece onu (para) olarak mı alabileceği noktasında, toplanmakta idi. Özel daire, münhasıran, inşaatı yapılıp ikmâl edilmiş olan ve sadece yapımında “nefaset farkı bulunan istisna akitlerinde ancak uygulanma olanağı bulunan ve bu nedenle de yan kalan ve henüz tamamlanmamış olan inşaâtlarda asla uygulanması mümkün bulunmayan -Borçlar Kanunu’nun 360/f. 3 hükmünün(kıyas yolu) ile yarı kalmış inşaatlarda da uygulanabileceği, iddia ve görüşünde idi. Buna mukabil, “Yargıtay Hukuk Genel Kurulu” ise, -6.10.1982 gün ve 356/817 sayılı kararında açıkca belirttiği üzerekendi kusuru veya ihmali ile inşaatı yarı bırakan müteâhhidin (arsa sahibi) inşaat sahibinden biraz önce belirttiğimiz üzere, sadece, (inşaatın bünyesine giren malzeme bedeli + o inşaatın o hale gelebilmesi için inşaatta kullanılan usta ve işçilik ücretleri=) toplamı neye bâliğ oluyorsa o miktarı (para) olarak alabileceği ve fakat asla kendisine müteâhhitlik kârı karşılığı olarak kendi kusuru veya ihmalî hareketi ile yarı bıraktığı o inşaattan (daire) verilemeyeceği, aksi halde, (kusurlu) müteâhhidin (kâr karşılığı kendisine daire verilip o apartmanın mâlikleri arasına girdiği sürece) malzeme ve işçilik ücretlerinin –piyasa şartlarına göre– yükseliş gösterdiği hallerde işi yarıda bırakmasının onun lehine daha kârlı bir sonuç doğuracağı ve arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmesinin asıl gayesinin inşaatı bir an önce bitirmeyi hedef aldığı ve aksi takdirde “kusurlu veya “keyfi” hareketi sonucu inşaatı yarıda bırakıp arsa sahibini kendi kaderi ile baş – başa bırakan ve bunun sonucu olarak onu mahkeme kapılarında süründürüp perişan eden müteâhhidin aynı binada arsa sahibi ile birlikte (kat maliki) durumuna girmesinden, burada sayılamayacak kadar, değişik mahzurlar ortaya çıkacağı ve bu halin tam bir (huzursuzluk kaynağı) oluşturacağı ve müteâhhidin (kâr karşılığı) olarak kendisine düşen daire veya daireleri bir başkasına satsa ve o binada fiilen oturmasa bile bu satışı -arsa sahibine sırf huzursuzluk vermek içiniçtimaî ve ahlakî durumları münasip olmayan kişilere satmayı tercih edeceği, halbuki 634 sayılı (Kat Mülkiyeti Kanunu)’nun ana esprisinin her şeyden önce apartmanda huzur ve sukünu sağlamak olduğu ve eskilerin (ev alma, komşu al!..) deyimini kullandıkları, bunun da ancak (kusurlu) hareketi ile inşaatı yarıda bırakıp kaçan müteâhhide sadece yaptığı işe karşılık (nakid para) vermekle mümkün olabileceği, noktasında toplanmakta idi.
“Tevhidi İçtihat” müzakereleri sırasındaki müteâddit konuşmalarımda da etraflıca ve mükerreren belirttiğim üzere, müteâhhidin (kâr) karşılığı olarak ve yaptığı iş oranında o apartmandan daire alabilmesi için yani (kat mâliki) olabilmesi için Borçlar Kanunu’nun 371. maddesi şartlarının -o olaydagerçekleşmiş olması icap eder. Müteâhhit inşaatı yürütürken ölür veya bütün maddî olanaklarını seferber edip bunları kullanmasına rağmen, sırf, içine düştüğü ekonomik (âciz hali) sonucu, -inşaatın % 85 90’ını ikmal etmiş olduğu haldemütebâki kısmı bitirememiş ise, işte bu takdirde ve bu şartlar altında, ancak hâkim, Medeni Kanunun ikinci maddesinde yer alan (objektif iyiniyet) ve (hakkâniyet) kuralları içerisinde, elbette, böyle bir müteâhhide yaptığı işle orantılı olarak o inşaatta bir karşılık yani (daire) verecek ve onu (kat mâliki) durumuna getirecektir. Bilindiği üzere, Medenî Kanunun ikinci maddesi hükmünde yer alan “objektif iyiniyet kuralı”, her hukuk kuralının en üstünde yani (zirvede) yer alan ve her halükârda hâkimin “re’sen kendiliğinden” gözönünde bulundurup uygulaması gereken bir “ana kural” olması itibarıyla, bu kuralın, bu “Tevhidi İçtihat” kararında hâkimleri müteâhhitler lehine, -inşaat ne oranda yapılmış olursa olsun ve müteâhhit yaptığı inşaatı hangi sebepler altında yarı bırakırsa bıraksın, aman, sen bu kuralı her zaman müteâhhide uygula!.. Sakın bunu hatırından hiç çıkarma!.. -anlamı, yaratacak bir ifade uslübu içerisinde kaleme alnıp işlenmiş olması, genç ve tecrübesiz hâkimleri daima yanlış ve haksız bir uygulamaya sevkedecektir. Halbuki, bu “Tevhidi İçtihat Kararı”, şimdi benim bu “muhâlefet şerhi”nde, Borçlar Kanununun 371. maddesi hükmü ile ilgili olarak belirtmeye çalıştığım ve müteâhhidin hiçbir “kusuru – keyfi hareketip olmaksızın, inşaatın en az % 80 90 nisbetinde ikmal edilmiş olmasına rağmen, müteâhhidin “hali âcze” düşmesi veya ölümü sonucu yarı kalması halinde ancak uygulanabileceği ve “İyiniyet kuralının bu şartlar dışında müteâhhit lehine uygulanmasına imkân olmadığı, aksi halde, müteâhhidin sudan sebeplerleinşaatı daima yarıda bırakıp kaçma kanaat ve temayülünü gönlünde taşıyacağı görüşünün, heyetce, -12 özel daire görüşü oyuna karşı, 65 gibi çok farklı bir oylabenimsenmesi sonucu, ittihâz buyrulmuş bir karardır.
“Tevhidi İçtihat Kararı” bizim bu muhâlefet şerhinde açıklamaya çalıştığımız “hukukî görüş”, doğrultusunda çıkmış olmasına rağmen, kararın kaleme alınış şekli itibariyle, uygulamada bazı tereddüt ve hatta yanlış anlamalara sebep olacağı kanaatı ile ve sırf bir meslekî sorumluluk duygusu altında bu “muhâlefet şerhi”ni yazmak gereğini, hissetmiş bulunmaktayız.
“Tevhidi İçtihat Karar”nın 2. bendinin en son paragrafında, Borçlar Kanunu’nun 358. maddesi hükmünün olayda uygulanma olanağı bulunmadığına, çünkü, bu madde hükmünün “sözleşmeden erken dönme haline ilişkin” bir hüküm olduğuna, değinilmiştir. Kararda yer alan bu görüş çok mutlak bir şekilde ifade edilmiştir. Borçlar Kanunu’nun 358. maddesi hükmü müteâhhidin temerrüdünün “diğer bir çeşidini” hükme bağlamış bulunmaktadır. Bu “Tevhidi İçtihat Kararı”na ana dayanak yapılmış olan (temerrüt nedeniyle akdin feshi BK. m. 106 108) hali ile, Borçlar Kanunu’nun 358/f. 1 hükmünün iş sahibine (arsa sahibine) “geriye etkili dönme hakkı tanımış olduğu” hususunda; doktrinde ittifak vardır (Guhl Merz Kummer, Das Schweizerische Obligationenrecht İsviçre Borçlar Hukuku 7. Aufl. Zürich 1980, s. 47, IV, 3, sayfa : 453, Oser Schönenberger, Art. 366, Nr. 2, Becker Art, 366, Nr. 4, Prof. Dr. Halük Tandoğan, Arsa üzerine inşaat yapma sözleşmelerinde işi tamamlamadan bırakan müteâhhidin yapılan kısımla orantılı ücret alması sorunu üzerinde görüşler Banka ve Ticaret Hukuku Dergisi, Haziran 1981, cilt XI, sayı : 1, sayfa 33’den naklen). Binaenaleyh, -Tevhidi İçtihat Kararına göreBorçlar Kanunu’nun 358. maddesi hükmü gereğince erken dönmede “akdin feshi” geriye etkili olarak kabul edilirken, işi yarıda bırakan müteâhhidin bir de mütemerrit olması halinde “akdin feshinin geriye etkili olamayacağını” bu kararda ileri sürmek, müteâhhidi hakkaniyete hiç de uygun olmayan bir biçimde “koruma sonucunu doğurur.
“Tevhidi İçtihat Kararı”nın (B) bendinin ikinci paragrafında, müteâhhidin “kısmî temerrüdünün” sonuçlarının ne olacağı hususunda Borçlar Kanununda bir “boşluk olduğuna değinildikten sonra ilâveten “bazı istisnai hallerde hakkı şekle mahküm edecek” derecede, adâlete aykırı sonuçlar ortaya çıkacağı belirtilerek bu haksızlığın ancak Medenî Kanunun 2. maddesi hükmü ile giderilebileceği görüşü ortaya atılmıştır. Bizim şahsî kanaatımızca, “kısmi temerrüdün” sonuçlarının ne olacağı hususunda Borçlar Kanununda bir “boşluk” yoktur. Çünkü, “kısmi temerrüdün sonuçları” için Borçlar Kanunu’nun 20/f. 2 hükmünü, (kıyas yoluyla) uygulamak mümkündür. Şayet, müteâhhit tarafından (ifa) edilmeyen yani henüz inşa edilmemiş olan bina kısmı olmadıkça, sözleşme yerine getirilmiş sayılamayacak bir derecede ise, o zaman, “geriye etkili fesih halini” o inşaat sözleşmesinin tamamına teşmil etmek, en isabetli bir hal şekli olur.
Her ne kadar, “Tevhidi İçtihat Kararı”nda, müteâhhidin inşaatı sözleşmede belirtilen süre içinde tamamlamayarak temerrüde düşmesi nedeniyle Borçlar Kanunu’nun 106 108. maddeleri hükümlerine göre yapılacak feshin “kural olarak. geriye yürürlü (etkili) olacağı, ancak (istisnâen) ileriye etkili sonuç doğuracağı belirtilmişse de. gerekçede (3 – A bendinde) müteâhhidin haklı beklentilerinde “hayal kırıklığına uğratılmaması” gerektiğine ilişkin görüş biçimi, işi (inşaatı) tamamlamama hallerinin hepsinde veya büyük bir kısmında -objektif iyiniyet kuralının uygulanması görüntüsü altındakusurlu müteâhhide yaptığı az işle orantılı ücret yani (apartman dairesi) verilmesi yolunun açılması tehlikesini doğuracak bir mahiyettedir. Halbuki, “objektif iyiniyet” kuralı, ancak, işin (inşaatın) tamamına yakın büyük bir kısmmın yapılıp tamamlandığı ve geriye cüz’î bir kısmının kaldığı hallerde “ileriye etkili” feshi, haklı kılar, yoksa müteâhhit, velevki işin yarısından fazlasını yapmış olsa bile, “kusuruyla” veya “keyfi” olarak işi (inşaatı) yarıda bırakmış ve geri kalan kısmı -BK. nun 371. maddesi şartları da olmamasına rağmen– tamamlamak için hiçbir çaba göstermemiş ise, kendisinin “objektif iyiniyet” kuralına dayanması ve bu kuralla mükâfatlandırılması asla mümkün değildir. Bu tevhidi içtihatla ilgili müzakereler sırasında açıkça belirttiğim üzere, işi (inşaatı) kusuruyla yarıda bırakan mütemerrit müteâhhide yaptığı işle orantılı (işçilik ücreti + inşaatın bünyesine giren malzeme bedeli toplamı nakit para dışında) kâr (daire) vermek, yalnız müteâhhidin “sun’ü taksiri” olmadan işi (inşaatı) yapmaktan âcze düşmesi veya ölmesi halinde o müteâhhide (kâr) verilmesini öngören BK. nun 371. maddesi hükmüne aykırı bir sonucun da ortaya çıkmasına neden olur. Bu halin doğuracağı sakıncalar ise çok aşikârdır.
Sonuç : Yukarda açıklanan nedenlerle işbu (Tevhidi İçtihat Kararına), gerekçe yazılışı noktasından muhalifim.
KARŞI OY YAZISI (II)
Çoğunluk kararında belirlendiği gibi, içtihadı birleştirmenin maddî olay yönünden konusu, borçlu müteahhidin alacaklıya karşı arsa karşılığı birden fazla bağımsız bölümden oluşan bir bina yapımına ilişkin taahhüdünü sözleşmede yazılı ve hatta daha sonra verilen sürelere rağmen kendi kusuru ile zamanında yerine getirmemiş olmasından ibarettir. Bu maddî olay karşısında hukukî sorun ise, istisna sözleşmesine ve kanun hükümlerine göre alacaklının sözleşmeyi fesih hakkı olup olmadığı, alacaklının akti feshe hakkı varsa fesih sonunda borçlunun alacağının ne olması gerektiği noktasında toplanmaktadır. Başka bir ifade ile, yukarıda sözü edilen maddî olayda, kanunun hangi hükmünün uygulanacağı uyuşmazlık konusudur.
FESİH HAKKI
Görüşmeler sırasında bu hususta üç ana görüşün ileri sürüldüğü gözlenmiştir. Birinci görüşe göre, içtihadı birleştirme konusu maddî olay hakkında Borçlar Kanununun genel ve özel hükümlerinde bir açıklık bulunmamaktadır. İkinci görüşe göre, Borçlar Kanununun özel hükümlerinde açıklık bulunmadığından işin genel hükümler çerçevesinde çözümlenmesi gerekir. Üçüncü görüşe göre de, Borçlar Kanununun istisna (eser) sözleşmelerini düzenleyen hükümler arasında olaya uygun hükümler bulunmaktadır. Birinci görüşü paylaşanlarca kıyasen Borçlar Kanununun 360. maddesinin iki ve üçüncü bendlerinin uygulanması ileri sürülmüşse de çoğunluk kararı gerekçesinde açıklandığı gibi bu maddenin maddî olaya uygunluğu bulunmadığından sözü edilen görüşe itibar edilmemiştir. Bu noktada, çoğunluk düşüncesine katıldığımızdan ayrıca açıklamada bulunmaya gerek olmadığı kanısındayız.
Kanunda açıklık bulunduğu görüşlerine gelince; biz, istisna sözleşmelerini içeren Borçlar Kanununun özel hükümlerinde konuyu aydınlığa kavuşturacak hükümlerin varlığına inanıyoruz. Onun için Borçlar Kanununun genel hükümlerine başvurmadan konunun çözümlenmesi mümkündür. Ancak, şurasını belirtmekte de yarar varki, istisna sözleşmelerine ilişkin Kanun hükümlerinden birini olayda uygulama olanağı yoksa fesih konusunda son çarenin Borçlar Kanununun genel hükümlerini uygulamak olduğuna kuşku yoktur. 17.4.1972 gün ve 8/8 sayılı İçtihadı Birleştirme kararında ifade edildiği gibi Kanunun yorumunda, sözünü esas tutmak ve sözünden çıkan anlamı Kanunun tümünden çıkan anlam ile çelişme halinde bulunmadığı takdirde bu anlamı esas almak, bir çelişme bulunması halinde tümünden çıkan anlamı uygun şekilde yorum yapmak Medenî Kanununun 1. maddesi gereği bulunmaktadır. Öyle ise, önce konunun sözlerine ve sonrada Kanunun bu konudaki anlamına uygun olarak Kanunda bir hüküm bulunup bulunmadığının araştırılması sonuca ulaşmak için zorunludur. Borçlar Kanununun 358/1. maddesine göre müteahhit [yüklenici] işi tehir eder ya da iş sahibinin kusuru olmaksızın vaki olan teahhür sebebiyle bütün tahminlere rağmen müteahhidin işi belli zamanda bitirmesine imkân vermeyecek derecede olursa alacaklı teslim zamanını beklemeye mecbur olmaksızın akti feshedebilir. Kanunun (Tehir) kavramıyla ifade olunan bu bölümü olaya aynen uyduğu halde fesih hakkı yönünden Kanunun açık hükmünün sadece (İş sahibinin sözleşmeden erken dönebilmesi haline) ilişkin olarak yorumlanmasının yorum kurallarına uygun düşmediği açıktır. Söz konusu Kanun hükmü bir yönü itibarı ile anıldığı gibi ise de yorum suretiyle açıklanacak sebeplerle diğer sonuca ulaşmakta o kadar mümkün bulunmaktadır. Genelde, Kanunda açık hüküm bulunmayan hallerde hakimin ilk başvuracağı yol kuşkusuz hukukî yorumdur. Bu itibarla, hukukî yorumla kanunun özel bir hükmünü uygulama olanağı varsa artık genel de olsa kanunun başka bir hükmünün olaya uygunluğunu araştırmaya gerek yoktur. Hukuki yorumla sonuca üç surette ulaşılabilir: 1 Evleviyet “a fortiori”, 2 Kıyas “a Pari”, 3 Mefhumu muhalif “a contirario” (E. Arsebük. M.K. Sh. 96). İşte, Kanun hükmünü bu kurullardan faydalanarak yorumlanabilir. İşin zamanında bitirilemeyeceğinin anlaşılması halinde alacaklının fesih hakkının bulunduğu Medeni’Kanunun 358/1. maddesinde açıkça yazılıdır. İçtihat konusu maddî olayda ise, borçlu yüklenici, alacaklının hiçbir kusuru olmadan tamamiyle kendi kusuru nedeniyle işi zamanında bitirememiştir. Öyle ise, teslim için süre gelmediği halde işi tamamlamamış kusurlu borçlu aleyhine alacaklının fesih hakkı tanınmış olmasına göre, çok daha ağır bir durum olan, teslim zamanı geçtiği halde işi bitirememiş kusurlu ve mütemerrit müteahhide karşı alacaklının fesih hakkının bulunduğunun evleviyetle kabulü gerekir. İstisna sözleşmesine ilişkin tüm maddi ve hukuki olaylardan en evvel akla gelen örnek olayın her halde içtihat konusu olay ve benzerleri olduğuna kuşku yoktur. Böylesine her zaman karşılaşılacak olayın Kanun hükümleri düzenlenirken kasten ya da unutulmayla kanun koyucu tarafından düşünülmemiş olduğu iddia olunamaz. Aksine kanun koyucu olayımıza uygun olan kuralı BK. nun 358/1. maddesinde başka bir ifade ile ortaya koymak suretiyle bu yöndeki tüm olayları karşılamak istemiştir. Onun için arsa payı karşılığı bina yapımı sözleşmelerinde borçlunun kusuru ile iş zamanında bitirilememişse alacaklının sözleşmeyi feshe hakkı bulunduğunun haydi haydi kabulü gerekir. Çoğunluk görüşünde ise bu fesih hakkı alacaklıya BK. nun 106. maddesi gereğince tanınmıştır.
FESHİN SONUÇLARI
İçtihadı birleştirmeye neden olan asıl hukukî sorun ve de uyuşmazlık feshin sonuçlarının ne olacağında toplanmaktadır. Hatta denebilir ki, işin zamanında bitirilememiş olması sebebiyle borçlunun hakkının şu ya da bu sebeple ne olacağında birleşilemediğinden uyuşmazlık içtihadı birleştirme genel kuruluna kadar gelmiştir. Peşin kabul etmek gerekirki, aktin feshinden sonra tarafların alacak ve borçlarının tasfiye şekli hakkında Borçlar Kanunun özel hükümleri arasında hesaplaşmanın nasıl yapılacağı yönünden gerçekten bir açıklık yoktur. Bu nedenle ,istisna sözleşmesinin feshinden sonra sonuçlarının Borçlar Kanunun genel hükümlerine göre tayininde zorunluk vardır. Hesaplaşmanın Borçlar Kanunun 108. maddesine göre yapılmasında aktin, aynı Kanunun 358/1. maddesi uyarınca feshedilmiş bulunması engel teşkil etmez. Zira açıklık olmayan hallerde Borçlar Kanununun 108. maddesinin genel bir hüküm olarak tüm akitlerin feshinde uygulanma olanağı vardır. Bundan dolayı çoğunluk görüşünde borçlunun alacağının tesbiti için başlangıçta kabul edilen bu ilkeye katılmamak mümkün değildir. Ne var ki, çoğunluk görüşünde, feshin sonuçlarının tayininde Borçlar Kanunun 108. maddesinin uygulanması açıkca kabul edilmişken, ileri sürülen ve kanun hükümleri arasında açıkca yazılı bulunmayan yeni bazı kavramlardan hareketle bu açık ve kesin kanun hükmünün aynen uygulanmasına olanak tanınmamıştır. Ve böylece, hesaplaşmada Borçlar Kanununun genel hükümleri esas alınmasına karşı bazı hallerde bu kuralın ihmali ile 108. maddenin aynen uygulanmasından sarfınazar edilmiştir. Şöyleki, kanunlarda açıkca bulunmadığı halde öğretide, akitlerin nitelendirilmesinde sözü edilen, (sürekli edim) ve (ani edim) kavramlarından daha doğrusu yorumlardan hareketle aktin geriye ya da ileriye doğru feshi tartışma konusu yapılarak yüklenicinin bazı hallerde zamanla karşı karşıya bırakılmasını önlemek amacı ile Medeni Kanunun 2/2. maddesine göre feshin kapsamının tayin ve tesbiti yoluna gidilmiş ve ölçü olarakta olayın niteliği ve özelliği esas alınmıştır. Oysa, bu ayırım ve sonuçla Kanunda öngörülmeyen bir değerlendirmeye başvurulmak suretiyle taraf haklarına ve uygulamaya kesin bir çözüm getirilmemiş olmaktadır. Sadece yüklenicinin durumu gözönünde tutularak sonuca ulaşmaya çalışmak hukukun eşitliği kuralına aykırıdır.
İçtihadı birleştirmeye konu olan Hukuk Genel Kurulu’nun 6.10.1982 gün ve 15/817 sayılı kararının bir yerinde açıklandığı gibi, işi kusuru ile yanda terk eden ya da sürüncemede bırakan yükleniciye yaptığı kısımla orantılı bir pay verilmesi halinde yüklenici taşınmazın paydaşı olacaktır ki bu durumda yarım kalan işlerin kim tarafından nasıl tamamlanacağı sorunu ortaya çıkacaktır. Kat Mülkiyeti Kanununa göre ana taşınmazın tamamı bitirilmeden kat mülkiyeti kurulamayacağından ve iskân izni alınamayacağından iş sahibinin yalnız kendisine kalacak dairelerini bir başkasına yaptırması mümkün değildir. Sözleşmeye göre yükleniciye kalacak bağımsız bölümleride yaptırmak zorunda kalacak olan iş sahibini peşinen böyle bir külfede katlanmak zorunda bırakmak adil bir çözüm olmayacaktır. Bu harcamalarını sonra yükleniciye tazmin ettirmesi ve gecikme tazminatı alması olanağı ise haksızlığı giderecek bir neden değildir. İşi kusuru ile yanda bırakan yüklenici hem yaptığı işle orantılı kârını almış hemde işin bizzat iş sahibi tarafından tamamlanmasının sonuçlarından yararlanmış olacaktır. Ayrıca, kusurlu yükleniciye böyle bir olanağın tanınması işin kârlı kısımlarını yapıp istemediği zaman inşaatı yanda bırakmak gibi kendi kusurundan yararlanmak olanağını da doğuracaktır. Bu itibarla, tartışmasız olan maddi olayda düşünülmesi ağırlık kazanan biri varsa o da alacaklıarsa sahibidir.
Medeni Kanunun 2. maddesinin 1. bendinde aranan iyiniyet, ikinci beııdinde aranan suistimal, hakların kullanılmasına ilişkin hukuk ilkeleridir. Bu iki kural kanun ya da sözleşmede açıklık bulunmayan hallerde uygulama olanağı bulunan genel kurallardır. Oysa, fesih hakkının hangi koşullarda kullanılacağı gerek BK. nun 106 ve gerekse 351/1. maddesinde açıkca yazılı olduğu gibi fesih halinde borçlunun alacağının neden ibaret olacağı aynı Kanunun 108. maddesinde açıkca belirlenmiş bulunmaktadır. Bu nedenle, alacaklının fesih hakkını kullanmasında veya borçlunun alacağının neden ibaret olduğunda Medenî Kanunun 2/2. maddesi hükmünü uygulama olanağı yoktur. Borçlu tarafından işin az veya çok yapılmış olması, alacaklının kanun hükmüne göre doğan fesih hakkını etkilemez. Fesih hakkı doğduktan sonra hesaplaşma sırasında hakların kötüye kullanılmasından ya da borçlunun iyiniyetinden de söz edilemez. Bu aşamada olsa olsa hakkaniyet ilkesi söz konusu olabilirse de, yukarda özetlenen hukuk genel kurulu kararında belirlendiği gibi, kusurlu yüklenicinin hakkaniyet ilkesinden yararlandırılması kusurlu müteahhidi ödüllendirmekten başka bir anlam taşımaz. Alacaklının olayda hiç bir kusuru bulunmadığı anlaşılmasına göre, kusurlu yüklenicinin kendi kusurunun sonuçlarına katlanması kadar tabii bir sonuç düşünülemez. Ve bu sonuç hakkaniyet ilkesine en uygun olanıdır.
Bundan başka hakkın kötüye kullanılmasında sadece izrar kastının bulunması gerekir. Borçlunun temerrüdü karşısında fesih hakkının kullanılmasındaki ızrar kastının ya da Borçlar Kanununun 108. maddesine uygun olarak tasviye istemesindeki ızrar kastının varlığına nasıl ulaşıldığını çoğunluk görüşünde açıklanmadığı için, anlamaya imkân bulunmamıştır.
İşte, bütün bu nedenlerden dolayı, İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunca (istisna sözleşmelerinin türü olan inşaat sözleşmesi ile alacaklının arsası karşılığında bu arsaya birden fazla daire yapmayı yüklenen borçlu yüklenicinin kendi kusuru ile işi zamanında bitirememiş olması halinde, yapılan binanın kal’i çok fazla zararı gerektirse bile alacaklının Borçlar Kanununun 358/1. maddesine göre fesih hakkı bulunduğuna ve aynı Kanunun 108. maddesi gereğince borçlunun alacağının yapılan işin malzeme ve işçilik bedeli olduğuna, borçlunun ayrıca yaptığı işin kâr payını istemeyeceğine) şeklinde karar verilmesi gerekirken Borçlar Kanununun özel ve genel hükümlerindeki hukuki açıklığa rağmen buna aykırı olarak, çoğunluk görüşünde belirlenen şekilde karar verilmiş olmasına karşıyım.
KARŞI OY YAZISI (III)
1 – İçtihadı Birleştirme Kararının oluşmasına neden olan olayda, davacı arsa sahibi noterde düzenlenmiş sözleşme ile 4 daire ve 1 dükkân karşılığında apartman inşaatını yapmak üzere davalı yüklenici ile anlaşmışlardır. Taraflar arasında geçerli ve tipik (kat karşılığı inşaat sözleşmesi) kurulmuş olup, yüklenicinin edimi kendi levazımatı ile başkasının arsası üzerinde yapacağı inşaattan belirli bölümleri arsa sahibine bırakmak, iş verenin edimi ise, inşaatın diğer bölümlerini kat irtifakı ya da kat mülkiyeti şeklinde yükleniciye veya onun göstereceği 3. kişilere tapuda ferağını vermekten ibarettir. Böylece ortaya çıkan bu hukuki ilişkide karma akit niteliğinin varlığı açıktır. Yükleniciye veya onun emrine bırakılan bağımsız bölümler açısından taşınmaz mal satış vaadi sözleşmesi; başkasının arsası üzerinde inşaat yapmak, projeleri ve değişikliklerini arsa sahibi adına hazırlamak ve onaylatmak, inşaat ve iskân ruhsatlarını almak gibi işlemler açısından vekâlet, istisna ve hizmet sözleşmeleri; kat irtifakı ve kat mülkiyeti kurulması, ortak yerlerden yararlanma ve bunlarla ilgili işlemler açısından taraflar arasında adi ortaklık sözleşmesi oluşmuş bulunmaktadır.
Böyle olunca, kat karşılığı inşaat sözleşmesi adıyla tanımlanan akitlerin genel anlamdaki inşaat sözleşmelerinden soyutlanarak sürekli akit tipi olduğu belirlenmeli vs bunun sonucu olarak bu tür sözleşmelerin yüklenicinin temerrüdüne bağlı feshi halinde istisnasız ileriye etkili sonuçlar doğuracağı açıklanmalıdır.
Bu nedenle ve öncelikle somut olay açısından bu sonucun İçtihadı Birleştirme Kararında belirlenmemiş olmasının sakıncalı olduğunu karşı oy olarak belirtmek istiyoruz.
2 – Kat karşılığı inşaat sözleşmeleri dışında kalan diğer istisna akitlerini sürekli ya da ani akit tipi şeklinde nitelendirmek mümkün değildir. Böyle olunca sürekli veya ani akit tipine özgü fesih kurallarının inşaat sözleşmelerine uygulanacağını söylemek te olanaksızdır, gerçekten yasakoyucu istisna sözleşmelerinin bazıları için borçlunun temerrüdü halinde uygulanacak fesih sonuçlarını belirlemesine karşın, BK. nun 358. maddede bu konuda bir açıklık bulunmadığı ortadadır. O halde koşulları mevcut olduğu takdirde BK. nun 360. maddenin bunlar için uygulanması amaca uygun düşer. Çünkü her şeyden önce anılan madde, inşaat sözleşmeleri ile ilgili hükümleri içermesi bakımından özel bir kural getirmiştir. Özel hüküm bulunduğu yerde genel nitelikte olan MK. 2. madde hükmünün uygulanması teknik açıdan doğru değildir.
İkincisi objektif iyi niyet kuralını her olayda ve her aşamada uygulamakda son derece sakıncalıdır.
Nihayet BK. nun 360. madde esasen iyi niyet kuralını da beraberinde getirmiştir. Ancak uygulamada karşılaşılabilen duraksamaları gidermek açısından belli ölçüleri içerdiği için, uygulamaya daha yatkın ve yararlar dengesine daha uygun düşmektedir.
Bu nedenlerle, MK. 2. madde yerine BK. 360. maddesinin kıyas suretiyle uygulanarak yasa eksikliğinin giderilmesi gerektiği görüşü ile çoğunluk oyuna karşıyım.
KARŞI OY YAZISI (IV)
İstisna sözleşmesinin bir türü olan arsa payı karşılığında kat yapımı şeklindeki inşaat sözleşmelerinde,müteahhit, teslim gününde, hatta ek olarak verilen mehlin sonunda, inşaatı yapıp teslim etmemek suretiyle, kusuru ile borçlu temerrüdüne düşmüş ise, alacaklı durumundaki arsa sahibinin, akti feshedip edemeyeceği, fesih hakkının, Medeni Kanunun 2. maddesi çevresinde kullanılamayacağı hallerin öngörülüp öngörülemeceği, Borçlar Kanununun 360. maddesi kıyasen uygulanarak feshin mümkün olmadığı sonucuna varılıp varılamayacağı, feshin caiz olduğu ve olmadığı hallerde, tasfiyenin nasıl yapılacağı, hususları, içtihadı birleştirmenin konusunu oluşturmaktadır.
Yukarıda açıklanan durumda, iş sahibinin akti feshedebileceği konusunda, Borçlar Kanununun istisna aktine ilişkin bölümünde, özel bir düzenleme yoktur. Gerçekten, Borçlar Kanununun 358. maddesi, müteahhidin zamanında işe başlamaması veya başlasa bile sözleşmeye aykırı olarak işi geciktirmesi veya işi bütün tahminlere göre zamanında bitiremeyeceğinin anlaşılması veya imal sırasında müteahhidin kusuruyla ayıplı veya sözleşmeye aykırı yapılacağının katiyetle tahmini ve üçüncü kişiye yaptırılmasının mümkün olmaması, yani, teslim zamanı gelmeden önceki temerrüde benzer hal lerde, alacaklı iş sahibinin akti feshine dair olmakla, teslim zamanı geldikten sonraki temerrüt hallerini, kapsamaktadır.
Borçlar Kanununun 360. maddesi ise, tamamlanıp teslim gününde teslim edilen eserlerdeki kusura, ayıba, eserin sözleşme şartlarına aykırı yapılmış olması haline ilişkindir. Alınan Kanunun 371.maddesinde sözü edilen “…müteahhidin sun’u taksiri olmadan işin bitirilememesi” halide söz konusu değildir. İstisna aktine ilişkin bölümde, fesih hakkı konusunda, başkaca bir hükümde yoktur. Fakat, Borçlar Kanununun 106 108. maddelerinde, genel hükümlerde, konu düzenlenmiştir. Bu maddelere göre, alacaklı iş sahibi, aktin feshine ilişkin seçimlik hakkını kullanarak akti feshedebilir. Bu nedenle, bu konuda, Kanun boşluğu yoktur. Yasal hüküm mevcut olduğuna göre de, Medeni Kanunun 1. maddesi uyarınca, burada kıyasa gidilemez ve Borçlar Kanununun 360/3. maddesinin kıyasen uygulanması söz konusu olamaz.
Ne var ki, olayların özelliğine göre, Borçlar Kanununun 106. maddesinden kaynaklanan fesih hakkının kullanılmasının, Medeni Kanunun 2. maddesi uyarınca, afakî iyiniyet kurallarına ters düştüğü haller söz konusu olabilir ve bu gibi pozisyonlar ayrık tutulmalıdır.
Şu var ki, vade ve munzam mehle rağmen, inşaatı zamanında teslim etmeme şeklinde kusurlu olan müteahhidin, dürüstlük kurallarına uyduğu söylenemez. Böyle hallerde, temerrütteki kusur ile, dürüstlüğe aykırı davranışın iç içe bulunduğu meydandadır. Böyle durumlarda, iş sahibi alacaklının, eser sözleşmesini fesih hakkını kullanması, afaki iyi niyet kurallarına aykırı davranış olarak nitelendirilemez. Kimse kendi kusurundan yararlandırılamaz.
Feshin mümkün olmadığı hallerde, sözleşme yürürlüktedir. Sözleşmede açıklık olmayan konularda Borçlar Kanununun genel ve özel hükümleri uyarınca uyuşmazlıkların çözümlenmesi gerekir. İnşaat sözleşmesinin, iş sahibi tarafından mümkün olduğu hallerde, tasfiye konusunda, Borçlar Kanununun 108. maddesinde, iş sahibi için boşluk yoktur. Bu maddeye göre, iş sahibi alacaklı “vadolunan şeyi vermekten imtina edebilir.”
Şu anlamdaki, inşaât karşılığında vereceği arsa payı veya katı vermeyebilir. Veya arsa payını önceden vermiş ise, geri almak için tapu iptali davası açabilir. Ayrıca, aktin hükümsüzlüğünden doğan zararın tazminini de isteyebilir. Fakat, kusurlu mütemerrit müteahhidin durumu için Borçlar Kanununun 103 maddesinde bir açıklık yoktur. Borçlu müteahhit verdiklerini, yaptıklarını sebepsiz iktisap kurallarına göre isteyebilecektir. Çünkü, iş sahibi, müteahhidin işe başladığı ana göre, arsasında yapılan tamamlanmamış inşaat mütemmim cüzü nedeniyle, zenginleşmiştir. Bu zenginleşmeyi geri vermesi lâzımdır. Kendisine ücret olarak, arsa payı ve kat, kâr verilemez ise de, inşaatın objektif değerinin, yani yapım değerinin, Medeni Kanunun 4. maddesi uyarınca hakkaniyet, adalet ve nesafet ilkesi çevresinde ödenmesi lâzımdır.
Öte yandan, fesih tarihindeki malzeme ve işçilik rayicinin tasfiyeye esas tutulması öngörülürse, bu konuda da hakkaniyete uygun bir sonuca ulaşılmış olur.
Sayın çoğunluğun kararının, açıklanan gerekçelere dayandırılmamış olmasına ve “olayın niteliği ve özelliğinin haklı gösterdiği durumlarda, Medeni Kanunun 2. maddesi hükmü gözetilerek sözleşmenin feshinin ileriye et kili sonuç doğuracağına yollu bir kabul ile, bu konuda, önceye ve ileriye dönük fesih şeklinde, kabul edilen kurala ters düşen, sun’i bir ayırıma yer verilmesine, Medeni Kanunun 2. maddesindeki koşulların bulunması takdirinde, fesih hakkının hiç kullanılamayacağının, tasfiye konusunda ise, Medeni Kanunun 2. maddesi değil, Medeni Kanunun 4. maddesinin uygulanacağının, gözönünde tutulmasına karşıyım.