Gerek 766 sayılı Yasa’nın 31/2 ve gerekse 3402 sayılı Yasa’nın 12/3. Maddelerinin özel mülkiyete konu olamayacak, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler hakkında hazine tarafından açılacak davaları 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi tutmamış olmaları; ve davanın 3402 sayılı yasanın yürürlüğe girmesinden önce 766 sayılı yasa zamanında açılmış olması karşısında uygulanma kabiliyetinin bulunmaması nedenleriyle hak düşürücü süreye ilişkin direnme kararı yerindedir.
Taraflar arasındaki “tapu iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; A. 3.Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 12.3.1987 gün ve 1985/1 49-1 987/1 55 sayılı kararın incelenmesi davalı ve müdahil vekillerince istenilmesi üzerine; Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 2.12.1987 gün ve 8523-11257 sayılı ilamı ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildikleri anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
1-Maliye Hazinesi tarafından açılan davanın konusu Antalya Merkez, Tekirova Köyü, Molla Ömer yerinde 274 sayılı parselin deniz tarafındaki 55 metrekarelik, 275 ve 276 sayılı parsellerin gene deniz tarafındaki 60’ar metrekarelik, 279 sayılı parselin deniz tarafındaki 1235 metrekarelik, 280 sayılı parselin aynı taraftaki 1640 metrekarelik kısımlarının devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğu, özel mülkiyete konu teşkil edemeyeceği iddiası ile açılan tapu iptali ve tescil dışı bırakılma isteğinden ibarettir.
Mahkemece iddia sabit görülerek davanın kabulüne karar verilmiş, özel daire şu gerekçelerle kararı bozmuştur: Dava konusu 218 sayılı parselin (ifrazından önceki ana parsel) tapulama tesbiti 5.11.1971 tarihinde yapılmış ve 2.8.1972 tarihinde kesinleşerek aynı yılda tapuya tescil edilmiştir. Temyize konu işbu dava ise 15.2.1985 tarihinde açılmıştır. BöylecE: istek tapulama öncesi sebebe dayanmaktadır. Yürürlükten kaldırılan 766 sayılı Tapulama Yasasının 31. maddesindeki “tapulamaya müsteniden tesis olunan tapu sicilleri aksi hükmen sabit oluncaya kadar muteberdir. Bu sicillerde belirtilen haklara tescilleri tarihinden itibaren 10 sene geçtikten sonra tapulamaya tekaddüm eden sebeplere dayanılarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” hükmüne karşılık olarak hükümden sonra 9.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Yasasının 12. maddesi ile “bu tutanaklarda belirtilen haklara sınırlandırma ve tesbitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten an yıl geçtikten sonra kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” hükmü getirilmiştir. İki yasa maddeleri arasındaki önemli fark birinde” sicillerdeki haklara” diğerinde ise “tutanaklara-sınırlandırmaya ve tesbitlere” dair sözcüklerle ifadesini bulmuştur. 3402 sayılı Yasa ile getirilen bu yeni hükümle kadastro işlemlerinin eski olaylara dayanılarak süresiz askıda bırakılmasının kamu düzenini ters yönde etkileyeceği gerçeği gözönünde bulundurularak mülkiyet hakkı değil, dava açma zamanı süre ile kısıtlanmıştır. Böylece kadastro işlemlerinin korunması ve düzenli tapu sicilinin oluşmasını sağlamak amacı ile getirilen bu yeni hüküm kamu malları ile özel mallar arasında bir ayırım yapmaksızın kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra kadastrodan önceki sebeplere dayanılarak dava açılamayacağı ilkesi getirilmiştir. Hal böyle olunca, olayda tapulama tesbitinin kesinleştiği tarih ile davanın açıldığı tarihe kadar kamu düzeni ile ilgili olup resen gözönünde bulundurulması gereken on yıllık hak düşürücü süre geçmiştir. Bu nedenle davanın reddine karar verilmesi gerekir. Mahkeme, davanın 766 sayılı Yasa zamanında açıldığı, sonradan yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasanın dava hakkına etkili olamayacağı gerekçesiyle direnmiştir. İnceleme ve gerekçE: II- Medeni Kanunun” Sahipsiz şeyler ve umuma ait mallar” başlıklı 641/1. maddesi hükmünce” Sahipsiz şeyler ile menfaati umuma ait olan mallar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. -Hilafı sabit olmadıkça menfaati umuma ait sular ile ziraat elverişli olmayan yerler, kayalar, tepeler, dağlar ve onlardan çıkan kaynaklar kimsenin mülkü değildir. -Sahipsiz şeylerin ihraz ve işgali yollar ve meyanlar, akarsular ile yatakları gibi menfaati umuma ait malların işletilmesi ve kullanılması hakkında ahkamı mahsusa yaz olunur”. Medeni Kanunun 641. maddesini esas itibariyle tapu siciline tescili gereken taşınmaz mallarla tapu siciline tescil edilemeyecek yerleri belirleme amacına yönelik bir düzenleme olarak kabul etmek gerekir. Öncelikle açıklamak gerekirki burada sözü edilen yerler, Medeni Kanunun taşınmaz mallar mülkiyeti ile ilgili hükümlerinin uygulanmasına konu olamayacaklardır; bunlar doğrudan doğruya kamu hukuku kurallarına tabi tutulacaklardır. Maddenin 3. fıkrasında “gibi” sözcüğü kullanılmış olmakla menfaati umuma ait yerler sınırlı bir biçimde belirtilmemiş” benzer nitelikteki yerlerin de özel mülkiyete konu taşınmazlarla ilgili hükümlerin uygulanmasına tabi tutulamayacakları sonucu çıkmaktadır. Menfaati umuma ait yerlerden kişilerin eşit olarak yararlanmaları asıldır ve bu yararlanma hakkı subjektif bir hak değildir. Kamu hukukundan doğan bir hakdır. Menfaati umuma ait olan mallara özel hukuk hükümlerinin uygulanamayacağı, kamu hukuku kurallarına tabi tutulacakları asıl olduğundan menfaati umuma ait olan mallar ilgili kamu tüzel kişiliğinin borcundan dolayı haczedilemez, ipotek hakkına da konu olamazlar. Medeni Kanunun 912. maddesi de “kimsenin hususi mülkiyetinde bulunmayan ve ammenin kullanmasına tahsis edilen gayrimenkullar, onlara müteallik ve tescili muktazi ayni bir hak olmadıkça tescile tabi değildir” hükmünü getirmiştir. Mahiyetleri gereği tescile tabi olmayan ve kamu hukuku kuralları kapsamına giren bir yer her nasılsa tapu siciline tescil edilmiş olursa bu işlem o yerin hukuki niteliğinde hiç bir değişiklik meydana getirmez, başka bir anlatımla özel hukuk kurallarına tabi bir yer mahiyetini kazanmaz; tescil işlemi yok hükmündedir. Bunun sonucu olarak böyle bir tescile dayanılarak Medeni Kanunun 931. maddesinin himayesinden yararlanılamaz. Denizler de mahiyetleri gereği menfaati umuma ait yerlerdendir. Deniz kenarındaki kumlukları ilgilendiren 13.3.1972 gün ve 7/4 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına göre “Tamamen bir ülkenin sınırları içinde kalan denizlerle sair denizlerin karasuları o devletin hükümranlık sahasına girdiklerinden menfaati umuma aittir. Medeni Kanunun 641. maddesi uyarınca, menfaati umuma ait olan mallar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kimsenin mülkü değildir. Kıyılar, ister kumluk, çakıllıK: ister taşlık, kayalık olsun denizlerin temadisi olup. ondan ayrılması mümkün değildir. Denizden faydalanma kıyıları vasıtasıyla olur… Kıyı, denizin temadisi, ondan faydalanma hususunda zaruri bir unsur, bir kelime ile denizin mütemmin cüz’üdür”. Denizler menfaati umuma ait yerlerden olduklarından herkesin yararlanmasını sağlamak amacıyla kıyı şeridinin de denizlerin hukuksal düzenine tabi olmaları gerekir.
III- TC. Anayasası’nın 35/1. maddesi herkesin mülkiyet ve miras haklarına sahip olduğunu hükme bağladıktan sonra 3 üncü fıkra ile mülkiyet hakkının kullanılmasının toplumun yararına aykırı olamayacağını da öngörmüştür. Gene Anayasa’nın 43 üncü maddesi ise şu düzenlemeyi getirmiştir; “Kıyılar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.” Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler, bu nitelikleri itibariyle Yasama organının serbest düzenlemesine açık yerlerden değildirler. Yasama organı çıkaracağı Yasalarla, söz konusu taşınmazların bu niteliklerini koruyucu yönde düzenlemede bulunmak zorundadır; zira Anayasa hükümleri yasa koyucunun yetkilerini ve düzenleme alan ve sınırlarını belirleyici hükümlerdir. Bu itibarla 3402 sayılı Yasanın devletle kişiler arasındaki uyuşmazlıklara ve davalara son vermek amacıyla Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin bu niteliklerini ortadan kaldıracak yönde yoruma elverişli olarak çıkarıldığını benimseme olanağı yoktur. T:C. Anayasa’nın 11. maddesinin “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır” yolundaki hükmü gereğince mahkemeleri de kuşkusuz bağlayan Anayasa’nın Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlere ilişkin emri gereğince mahkemeler de 3402 sayalı Yasa hükümlerini yorumlarken aynı özeni gösterme zorundadırlar.
IV- 766 sayılı Tapulama Kanununun 31/2. maddesi açısından durum;
766 sayılı Tapuluma Kanununun 31/2. maddesine göre “Tapulamaya müsteniden tesis olunan tapu sicilleri aksi hükmen sabit oluncaya kadar müteberdir. Bu sicillerde belirtilen haklara tescilleri tarihinden itibaren on sene geçtikten sonra, tapulamaya tekaddüm eden sebeplere dayanılarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz”. Bu sicillerde belirtilen haklara karşı, tapulamaya tekaddüm eden bir hakka dayanılarak dava açılabilmesi kural olarak kabul olunmuş ancak açılacak dava on yıllık bir hak düşürücü süre ile sınırlandırılmıştır. Burada şu hususta belirtilmelidir ki mülkiyet hakkına dayanan dava genel kural olarak bir süreye tabi tutulamaz. Bu sebeplerle uygulamada bu genel kuraldan ayrılan 766 sayılı Yasanın 31/2. maddesi dar bir yoruma tabi tutulmuştur. Tapulamaya dayanılarak tesis olunan tapu sicillerine karşı açılan davaların niteliğini gözönünde tutarak yerleşmiş bulunan uygulamayı belirleyen 8 Mayıs 1987 gün ve 3/4 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının ilgili bölümünde şöyle denilmiştir: “Gerçekten Yargıtay’da yerleşmiş ve kararlılık kazanmış uygulamaya göre 35. maddede yer alan taşınmazların kişi adına tesbit ve tescili halinde bu tescil aleyhine açılacak dava 31. maddedeki süreye tabi değildir. Bu husus İçtihadı Birleştirmenin konusu dışında kalmakla beraber şu yön belirtilmelidir ki eşitlik ilkesi aynı durum ve koşullar altında bulunanların aynı uygulamaya tabi tutulmalarını ifade eder. Kamu taşınmazları herhangi bir nedenle zuhulen tescil edilse dahi hukuksal mahiyet ve niteliklerini kaybetmezler; yasakoyucu bu nedenlerle de 35. maddedeki sınırlandırmanın tescil mahiyetinde olmadığını hükme bağlamıştır. Bu yolda açılacak davanın dayanağını özel hukuk hükümleri oluşturmaz. 0 halde taşınmazların farklı niteliklerine dayanan farklı içtihatlar nedeniyle eşitlik ilkesinin bozulduğundan söz edilemez”
Özel mülkiyete konu olamayacak nitelikteki ve bu mahiyetleri itibariyle de özel hukuk hükümlerine değil kamu hukuku kurallarına tabi taşınmazlar hakkında Hazine tarafından açılacak davalar 31/2. maddedeki on yıllık hak düşürücü süreye tabi tutulmamışlardır. Burada, yukarıda sözü edilen İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere dava hakkı yönünden kişilerle devlet arasında eşitlik ilkesini bozacak bir ayırım yapma değil, tamamen özel hukuk hükümlerine tabi taşınmazlarla kamu hukuku kurallarına tabi taşınmazların niteliklerinin zorunlu kıldığı farklı düzenlemelere tabi tutmak söz konusudur. Bir an için yasa ile kamu hukuku kurallarına tabi olan ve haklarında özel an için yasa ile kamu hukuku kurallarına tabi olan ve haklarında özel hukuk hükümlerinin uygulanamayacağı devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler hakkında Hazine tarafından açılacak davaların da açıkça on yıllık hak düşürücü süreye tabi tutulduğunun kabul edilmesi halinde kamu mallarının mahiyetleri. ile açıkça bağdaşmayan hukuki sonuçlar doğacaktır. Böyle bir düzenleme giderek kamu mallarının korunmasına büyük önem veren Anayasanın amacına ters sonuçlar doğuracak ve dolayısıyla Anayasaya aykırılık sorununu ortaya getirecektir. Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuca göre temyiz konusu bu dava 766 sayılı Tapulama Kanununun 31/2. maddesinde öngörülen 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi bulunmamaktadır. V- 3402 sayılı Kadastro Kanunundaki düzenlemeye gelince;
3402 sayılı Kadastro Kanununun “Kadastro tutanaklarının kesinleşmesi ve hak düşürücü süre” başlıklı 12. maddesinin 3. fıkrası aynen şu düzenlemeyi getirmiştir: “Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tesbitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz”.
Kadastro Kanunu, kamu malları hakkında 16.madde ile özel hükümler getirmiştir. Buna göre Kamunun ortak kullanmasına veya bir kamu hizmetinin görülmesine ayrılan yerlerle Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan sahipsiz yerlerden maddenin (A) bendinde sayılan kamu hizmetinde kullanılan bütçelerinden ayrılan ödenek veya yardımlarla yapılan resmi bina ve tesisler kayıt, belge veya özel kanunlarına göre Hazine, kamu kurum..ve kuruluşları, İl, Belediye, köy, veya mahalli idare birlikleri tüzel kişiliği adlarına tesbit olunacaktır. (B) bendinde belirtilen paralı veya parasız olarak kamunun yararlanmasına tahsis edildiği veya kamunun kadimden beri yararlandığı belgelerle veya bilirkişi veya tanık beyanı ile isbat edilen orta malı taşınmaz mallar sınırlandırılır, parsel numarası verilerek yüz ölçümü hesaplanır ve bu gibi taşınmaz mallar özel siciline yazılır. Aynı bend hükmünde bu sınırlandırmanın tescil mahiyetinde olmadığı da belirtilmiştir. (C) bendinde Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kayalar, tepeler, dağlar, tarıma elverişli olmayan yerlerle deniz, göl, nehir gibi genel sular tescil ve sınırlandırılmaya tabi değildir denilmiştir. Maddenin son bendinde ise Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ormanların, bu kanunda hüküm bulunmayan hallerde özel kanunların hükümlerine tabi oldukları öngörülmüştür.
Yasaların yorumlanmasında sadece belirli madde ve hükümlerinin değil, Yasanın tümünün birlikte değerlendirilmesi suretiyle sonuca gidilmesi zorunludur. Bu nedenlerle 3402 sayılı Yasanın 12. maddesini yorumlarken, 16. maddenin de birlikte değerlendirilmesi gerekir.
Kadastro Kanununun 1. maddesinde de açıklandığı üzere, memleketin kadastrol topoğrafik haritasına davalı olarak taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukuksal durumlarını tesbit etmek ve bu suretle Türk Medeni Kanununun öngördüğü tapu sicilini kurmak amacıyla çıkarılmıştır. Yasının 12. maddesi hak düşürücü süreyi tutanaklarda belirtilen (haklara, sınırlandırma ve tesbitlere) ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren işletmeye başlatmıştır.
3402 sayılı Yasanın 10 yıllık hak düşürücü süreyi öngören 12. maddesi esas itibariyle 766 sayılı Yasanın 31/2. maddesiyle getirilen düzenlemeden ayrılmış değildir. 3402 sayılı Yasanın 12. maddesinin 16. madde ile birlikte mütalaası bu sonucun kabulünü gerektirmektedir. Her iki Yasa hükmü de “haklar” kavramına yer vermiştir. Bu itibarla 3402 sayılı Yasanın 12. maddesinde öngörülen hak düşürücü süre özel mülkiyete konu olmayan ve özel hukuk hükümlerine tabi olmayan üzerinde mülkiyet hakkı kurulamayacak Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazlar hakkında Hazine tarafından açılacak davalara uygulanamaz. 3402 sayılı Yasanın gerekçe ve görüşme tutanakları ise aksi yönde bir sonucu benimsemekte görülmektedir. Yasaların yorumlanmasında kuşkusuz gerekçeleri ve yasama meclisindeki görüşme tutanaklarından yararlanılır; bunlar yasaların amaçlarının belirlenmesinde aydınlatıcı nitelik taşırlar. Ancak şu hususta belirtilmelidir ki yargı organı yorumunda bunlarla kural olarak bağlı değildir. Olayda ise Anayasanın kamu mallarının devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerleri koruma amacı doğrultusunda yapılan yorum yukarıda 766 sayılı yasa ile ilgili olarak varılan sonucu doğrulamaktadır.
VI- 3402 sayılı Yasanın 12. maddesindeki sürenin bu tür davalara uygulanacağının bir an için benimsenmesi hali:
Genel kural olarak herhangi bir yasa veya düzenleyici kural yürürlüğe girdiği andan itibaren hukuksal sonuçlarını doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucu da yasaların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları etkilemeyeceği, başka bir anlatımla geriye yürümeyecekleridir. Yasaları uygulama durumunda bulunanlar,başta mahkemeler olmak üzere, onları geriye yürür sonuçlar doğuracak yolda yorumlamamakla yükümlüdürler. Ancak şu husus da belirtilmelidir ki devam eden uyuşmazlıklarda tamamlanmamış hukuki durumlara yeni yasa veya düzenleyici kural “derhal yürürlüğe girme” (1′ effet immediat de la bi nouvelle) niteliği nedeniyle uygulanacak ve hukuki sonuçlarını doğuracaktır. Tamamlanmış hukuki durumları yeni Yasa veya düzenleyici kuralın etkilememesi onlar üzerinde hukuki sonuçlar doğurmaması kazanılmış hakların saklı tutulması amacını gütmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’nın 2. maddesi hükmünce Türkiye Cumhuriyeti bir Hukuk Devletidir. Kazanılmış haklar her ne kadar açık bir biçimde Anayasa’da özellikle belirtilmemiş ise de bunun Hukuk Devleti Kavramının temel taşlarından biri olduğu ve bünyesinde mündemiç bulunduğu Türk kamu hukukunda öğretide ve yargısal kararlarda benimsenmektedir (Hukuk Genel Kurulu’nun 860/232 sayılı ve 9/3/1 988 günlü kararı).
Olayda dava Hazine tarafından 766 sayılı Yasanın yürürlüğü zamanında açılmış ve gene bu Yasanın yürürlüğü sırasında görülerek karara bağlanmış, ancak dava bitirilip karara bağlandıktan sonra 3402 sayılı Yasa yürürlüğe girmiştir. Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere dava açıldığı sırada 766 sayılı Yasanın 31/2. maddesindeki 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması söz konusu değildir. Başka bir anlatımla yerleşmiş kararlılık kazanmış Yargıtay İçtihatlarına göre Hazine’nin açtığı bu dava hak düşürücü süreye tabi değildir. 3402 sayılı Yasa bu nitelikteki bir davayı hak düşürücü süreye tabi tutmuş olsa dahi uyuşmazlık konusu olayda 766 sayılı Yasanın yürürlükte bulunduğu sırada usulüne uygun olarak açılmış olan bu davanın daha sonra çıkarılan bir Kanunun getirdiği hak düşürücü süreye Tabi tutulması, Yasaların zaman içerisinde uygulanması esaslarına,Anayasa’ nın Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında saydığı Hukuk Devleti ilkesi ve bu ilkenin himayesinde bulunan kazanılmış hakları koruma esasına ters düşer. Aksi halde örneğin 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi tutulan bir dava örneğin beşinci yıl açılmış ise süresinde olacak ancak dava sonuçlanmadan bu tür davalar yeni bir Yasa ile bir yıllık hak düşürücü süreye tabi tutulursa süre yönünden reddedilecektir ki bu takdirde hukuk güvenliği düşüncesi tamamen sarsılmış olacaktır.
3402 sayılı Yasının geçici 4. maddesine gelince; 3402 sayılı Yasanın geçici 4/1. maddesinde şu düzenleme getirilmiştir: “Tapulama mahkemeleri ile kadastro mahkemesi sıfatıyla görev yapan asliye Mahkemelerinde halen görülmekte olan davalar ile 10 yıllık hak düşürücü süre içerisinde açılacak davalara bu Kanun hükümleri uygulanır”. Bu hükme göre kuşkusuz 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden önce açılmış olup da kesin hükme bağlanmamış bulunan davalar artık 3402 sayılı Yasadaki usul ve esaslara tabi olacaktır; ancak bu demek değildir ki kararlılık kazanmış (gerçekleşmiş) hukuki vaziyetler ortadan kalkacak, usule uygun olarak süresinde açılmış bulunan davalar yeni yasaya göre hak düşürücü süreden reddedilecektir. Bu çözüm biçiminin kabulüne hukukun genel prensipleri, hukuk devleti ilkesi olanak vermez. Bu itibarla kabul şekli bakımından dahi hak düşürücü süre yönünden 766 sayılı Yasa zamanında açılmış bulunan davaya 3402 sayılı Yasanın 12. maddesindeki 10 yıllık sürenin uygulanması gerektiği görüşü çoğunluk tarafından benimsenmemiştir.
Özet olarak; Yukarıda açıklanan nedenlerle gerek 766 sayılı Yasanın 31/2 ve gerekse 3402 sayılı Yasanın 12/3. maddelerinin özel mülkiyete konu olamayacak, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler hakkında Hazine tarafından açılacak davaları 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi tutmamış olmaları; kaldı ki 3402 sayılı Yasanın 12. maddesinin bu davaları bir an için 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi tuttuğu benimsense dahi bu sürenin, davanın 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden önce 766 sayılı Yasa zamanında açılmış olması karşısında uygulanma kabiliyetinin bulunmaması nedenleriyle hak düşürücü süreye ilişkin direnme yerinde görüldüğünden diğer yönler incelenmek üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
Sonuç: Yukarı açıklanan nedenlerle direnme uygun bulunduğundan diğer yönler incelenmek üzere dosyanın Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’ne gönderilmesine, 23.11.1988 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI DÜŞÜNCE:
766 sayılı Yasanın yürürlükte bulunduğu dönemde, tesbit dışı bırakılan, mera olarak sınırlandırılan, orman sayılan, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yada kamu malı olan taşınmaz mallar hakkında 31/2. maddede yer alan on yıllık hak düşürücü süreye ilişkin kuralın uygulanamayacağı, Hazinenin bir süreyle kısıtlı olmadan her zaman iptal davası açabileceği görüşü yüce Kurulun kararlarına egemen olmuş, 1. Hukuk Dairesi ‘nde de uygulamalar bu doğrultuda sürdürülmüştür.
9.10.1987 günü yürürlüğe giren ve 766 sayılı Tapulama Yasasını yürürlükten kaldıran 3402 sayılı Kadastro Yasasının, biriken ihtiyaçlardan doğmuş olduğu tartışma götürmez.
Yine tartışılamayacak yönlerden biri de her iki yasada yer alan kamu malları tanımlamalarıdır. Yüce Kurulun önüne gelen bu davada, uyuşmazlık, eskiden olduğu gibi yeni yasaya göre de kamu malları yönünden Hazinenin hak düşürücü süre ‘ile bağlı olup olmadığı noktasında toplanmıştır.
O halde, 766 sayılı Yasasının 3 1/2. maddesi ile 3402 sayılı Yasanın 12/b maddesinin önce metin olarak, sonra da, amaçları, ruh ve anlamları yönünden karşılaştırılması ve aralarındaki hukuksal farkların saptanıp ortaya konması zorunludur.
a) 3 1/2. maddede “tutanaklarda yazılı haklara” ibaresi yeraldığı halde Kadastro Yasasının 12/3. maddesinde “tutanaklarda yazılı haklara, sınırlandırma ve tesbitlere” tutanağın kesinleşmesi tarihinden itibaren on yıl geçtikten sonra kadastro öncesi nedenlere dayanılarak itiraz edilemeyeceği ve iptal davası açılamayacağı hükme bağlanmıştır. 31/2. maddede “sınırlandırma” ve “tesbit” deyimleri yoktur. Bunlar Kadastro Hukukunda önemli, anlamlı, amaçlı müesseselerdir. Genelde “sınırlandırmalar” kamu malları için, özellikle meralar, ormanlar için yapılmaktadır. 0 halde yasa koyuncunun “sınırlandırma” deyimi ile neyi kastettiği görmezlikten gelinemez. “Tebsit” le yetinme işlemleri dahi kamu malları için geçerlidir.
b) Her iki yasa maddesinin Meclis tutanaklarında yazılı gerekçeleri de çok farklıdır. 12/3. maddenin gerekçesinde “kamu malları ile özel mallar arasında hiç bir ayırım yapılamayacağı, böylece eşitlik ilkesinin sağlandığı, vatandaşla Devlet arasındaki uyuşmazlıkların azaltılmasının amaçlandığı” vurgulanmıştır (TBMM. Tutanak Dergisi, Cilt: 43, SahifE: . 298…).
Gerçekten, hüküm tarihinde yürürlükte bulunan 766 sayılı Kanunun 31/2. maddesinin “Tescile tabi olmayan kamu malıdır” iddiası ile açılan bu tür davalarda, uygulama yeri bulup, bulamayacağı gerek Yargıtay ‘ın özel Dairelerinde, gerekse Hukuk Genel Kurulunda pekçok kere tartışılmış ve konuya ilişkin öğretide yer alan görüşler; 766 sayılı Tapulama Yasasının 2, Medeni Yasanın 641 ve Anayasanın kamu mallarına yönelik maddeleri ile birlikte değeri indirilerek, özetle; (…Kamu mallarının ve özellikle Devlet ormanları, petrol yatakları, deniz, göl kıyıları gibi sahipsiz kamu mallarının özel mülkiyete konu teşkil etmeyeceği, özel bir hüküm bulunmadıkça sahipsiz yerlerin işgal veya adi yada fevkalade zamanaşımı ile iktisap için gerekli olan çekişmesiz ve aralıksız zilyetliğe engel olduğu; bunun yanı sıra sahipsiz kamu malının tapu kütüğüne tescil edilmiş bulunmasının bağlı olduğu hükümlerde değişiklik yaratmayacağı ve taşınmazın kamu malı olma niteliğini yitirmesine yol açamayacağı..) vurgulanmak suretiyle, 766 sayılı Tapulama Yasasının 3 1/2. maddesi hükmünün, tapulamaya tabi olmayan (MK: nun 641 ve 766 sayılı Kanunun 2. maddesinde öngörülen) yerler hakkında uygulanamayacağı hükme bağlanmıştır.
3402 sayılı Kadastro Yasasının kamu mallarını genel bir sınıflandırmaya tabi tutan 16. maddesinden sözetmekte yarar vardır. Hemen belirtmek gerekir ki, 16. maddenin getirdiği sınıflandırma, öğretide ve Yargıtay kararlarında yapılan sınıflandırma ile uyum içerisindedir. “Kamu malları” başlığını taşıyan madde metninin (A) bendinde, hükümet, belediye, karakol, okul binaları gibi hizmet mallarına; (B) bendinde, mera, yaylak, kışlak gibi sınırlandırılan orta malı taşınmaz mallara değinilmiş; daha sonraki (C) bendinde ise, Devletin hüküm ve tasarrufunda bulunan kayalar, tepeler, dağlar ile deniz, göl ve nehir gibi genel yararlanmaya açık tescile tabi olmayan taşınmaz mallardan söz edilmiştir. Daire, yasanın (A) ve (B) bentlerinde sayılan kamu mallarına ilişkin kadastro tesbitlerine karşı; tutanağın kesinleşme tarihinden itibaren on yıl geçirildikten sonra itiraz olunamayacağı ve dava açılamayacağı hususunda görüş birliği içerisinde olmasına karşın, (C) bendinde sayılan kamu malları için, aynı görüşü paylaşmamakta; çoğunluk olarak, 3402 sayılı Kadastro Yasasının 12/3: maddesinin, kamu malları yönünden bir ayrım gözettiği şeklinde yorumlanmasına olanak bulunmadığı düşünülmektedir. Bu düşünce, yasa maddesinin uygulanmasında, maksat ve amacının dışına çıkılmaması gerektiği ilkesinden kaynaklanmaktadır. Elbette ,yasa maddesinin ayrım gözetilmeden uygulanması sonucu, sahipsiz ve tescile tabi bulunmayan kamu mallarının belli bir süre (on yıllık hak düşürücü süre) geçtikten sonra, özel mülk haline dönüşmesi hususunun; Anayasanın tabii servet ve kaynakları himayesine alan 43, 44, 168, 169. maddeleri ile MK: nun 641, 922, 931. gibi temel maddelerinde belirlenen hükümlerle nasıl bağdaştırılabileceği tartışmaya açık önemli bir konuyu oluşturmaktadır. Esasen; yasa, genel sistematiği içerisinde sahipsiz kamu mallarının (koşulları varsa) özel mülke dönüşebilme olanağı sağlayan başkaca hükümlere de yer vermiştir. Ancak, yasa koyucu kabul ettiği maddenin yorumunu yukarda değinildiği gibi TBMM’deki görüşmeler sırasında yapmış ve gerekçesinde de maksat ve amacını açıklamış ise, yasa maddesinin o çerçevede anlaşılması ve uygulanması yoluna gidilmelidir.
Kuşkusuz, yasaların gerekçelerinin bağlayıcı olmadıkları, aydınlatıcı nitelikte bulundukları söylenebilir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi ‘nin kararlarında bu yöne değinildiği bilinmektedir. Ancak, Anayasa Mahkemesi ‘nin 5.7.1963 tarih 170/178 sayılı bir kararında da (RG., 4.11.1963 gün, 11546 sayı) “Yasaların maksat ve amaçları gerekçelerinde gösterilir ve Mecliste geçen görüşmelerle belli olur” denilmiş bulunmaktadır.
O halde; yasa koyucunun, önceki yasa maddesinde (766 sayılı Yasanın 31/2. maddesinde) deyimini bulan “sicillerde belirtilen haklara” sözcüklerini, 3402 sayılı Kadastro Yasasının 12/3. maddesine bu kere “tutanaklarda belirtilen haklara” olarak, değiştirip alırken, hak arama özgürlüğünün kısıtlanması yönünden iradesini kamu ve özel mal ayrımı gözetilmeksizin, her türlü taşınmaz malları kapsar şekilde ortaya koyduğu sonucuna varılmalı ve tapulama tutanağının kesinleştiği tarihten yaklaşık 14 yıl sonra çekişmeli taşınmaz hakkında açılan işbu davanın, sonradan (hükümden sonra)~yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasanın dava koşulu olan ve kamu düzeniyle ilgili bulunan 12/3 ve geçici 4/1. maddeleri hükmü karşısında dinlenemeyeceği ve işin esasının incelenemeyeceği kabul edilerek, yerel mahkeme hükmü bu nedenle bozulmalıdır.
Yüce Kurulda yapılan uzun süreli müzakereler sırasında;
1- (Kadastro Yasasının 16/c maddesinde belirlenen kamu mallarının “tescil ve sınırlandırmaya tabi olmadığı” yazılıdır. Buna rağmen tesbit yapılmışsa yok hükmündedir. Hak doğurmaz. Hak yok ki, hak düşürücü süre söz konusu olsun) düşüncesi savunuldu.
2- (Bu dava 766 sayılı Yasanın yürürlükte olduğu tarihte açılmıştır. O zaman Hazine kamu malları yönünden hiçbir süreye tabi olmadığına göre, davanın süresinde açıldığının kabulü gerekir. Bu konuda Hazinenin kazanılmış hakkı vardır. 3402 sayılı Yasanın “derdest davalara uygulanacağına” ilişkin geçici 4. maddesi süreleri kapsamaz. Uyuşmazlığın esası için geçerlidir) yolunda görüşler dile getirildi.
3- Hazine mallarının elinden alınma tehlikesinden yakınıldı.
Oysa,
a) Hiç bir hakkı olmayan bir kişi yararına yanılgıya düşülerek ve 13, 14. maddelere aykırı biçimde yapılan tesbit dahi 16/C maddesine aykırı yapılan tesbitten farklı değildir. Bu tesbit de hak doğurmaz. Amma hak sahibi vatandaş on yılı geçirerek iptal isterse, onun hak düşürücü süre engeli vardır. Hazine için yoktur. Eşitlik bunun neresindedir? Yasa önünde vatandaşlarla Hazinenin eşit olacağı ilkesi 766 sayılı Yasada korunmuş değildir.
Onun içindir ki, 3402 sayılı Yasa bu eşitsizliği ortadan kaldırmayı amaçlamış, gerekçesinde de aynen (özellikle Devlet ve vatandaş arasında demokratik hukuk Devleti fikrine uygun eşitlik getirildiği) açıklanmıştır.
b) 3402 sayılı Yasanın geçici 4. maddesinin sürelere uygulanamayacağı, Hazinenin süre yönünden kazanılmış hak bulunduğu yolunda düşüncelerin yasal bir dayanağı ve inandırıcı gerekçeleri gösterilmiş değildir. Aksine, süreler kamu düzeni ile ilgilidir. Geçici 4. madde, parçalanıp şuna uygulanır, buna uygulanmaz denemez. Kaldı ki süre sorununun çözümü, esas uyuşmazlığı da çözümüne götürür, ona bağlıdır. Kamu düzeni gözönünde tutulursa “kazınılmış haktan” da sözedilemez.
c) Devlet her zaman güçlüdür. Kamu malları güvence altındadır. 3402 sayılı Yasa önce bölgede kadastro yapacağını çeşitli yayın araçları ile uzun süre ilan eder. Sonunda hukuksal ve geometrik tesbitleri yapıp tutanakları bir ay süre ile askıya çıkarır. “Haksızlığa uğrayan varsa gelsin itiraz etsin” der. Tutanakların kesinleşmesinden sonra da on yıl daha bekler. Amacı, uyuşmazlıkları tasfiye etmekten ibarettir. Böylesine uzun bir süreci Hazine neden sükutla geçirmiştir? Mülkiyet hakkını ilanihaye askıda tutmaya hakkı var mıdır? İşte yasa koyucu 12/3. maddesi ile özel ve kamu malını ayırmaksızın Hazineyi ciddi şekilde görev yapmaya çağırmış ve hatta zorunlu kılmış, hak arama yönünden vatandaşla aynı eşitlik çizgisine getirmek istemiştir.
Gerçekten 16/C kapsamındaki bir taşınmaz yanlışlıkla bir kişi adına tesbit edilmiş, Hazine de askı süresini, on yıllık hak düşürücü süreyi geçirmişse ne alacaktır? 0 zaman da Hazine bu ihmaline karşılık müeyyidesine katlanacak, taşınmazı kamulaştırmak suretiyle yanlışlığı düzeltecektir.
Ülkemizde başka türlü “tasfiye” amacının gerçekleştirilebileceğine kani değiliz.
İşte bu düşüncelerle sayın çoğunluğun görüşlerine katılmıyoruz.