Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/17-294 K: 1996/426 T: 29.5.1996

Çevresinin yayla olan, şahısların bu yerde yayla evi yapmak ve arsa olarak kullanmak suretiyle yararlandıkları anlaşılan taşınmazın öncesinin kadim yaylak olduğunu kabul etmek gerekir; kamu malı niteliğindeki yaylak yerleri özel mülkiyete konu olan ve dolayısıyla zilyetlikle kazanılan yerlerden sayılamaz; böyle bir taşınmazın anılan yasa maddesi gereğince yaylak yeri niteliğiyle sınırlandırılıp özel siciline yazılması gereklidir.

Taraflar arasındaki “kadastro tespitine itiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; K: Kadastro Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 23.12.1994 gün ve 1994/301-422 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 29.12.1995 gün ve 1995/7745-7843 sayılı ilamı ile; (…Mahkemece, çekişmeli taşınmazın kamu orta malı niteliğindeki yayla, orman ve mera sayılan yerlerden olmayıp adına tescil kararı verilen davalı yararına mülk edinme koşullarının gerçekleştiği nedeniyle davanın reddine karar verilmiş ise de; davalı yer ile çevresinin Kızıldağı yaylası olduğu, davalının ve diğer şahısların bu yerde yayla evi yapmak ve arsa olarak kullanmak suretiyle yararlandıkları anlaşılmaktadır. Bu durumda taşınmazın öncesinin kadim yaylak olduğunu kabul etmek gerekir. 3402 sayılı Kadastro Yasasının 16/B maddesi gereğince Kamu malı niteliğindeki yaylak yerleri özel mülkiyete konu olan ve dolayısıyla zilyetlikle kazanılan yerlerden sayılamaz. Hal böyle olunca Hazine davasının kabulüne, çekişmeli taşınmazın 3402 sayılı Yasanın 16. maddesi gereğince yaylak yeri niteliğiyle sınırlandırılıp özel siciline yazılmasına karar verilmesi gerekir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

Sonuç: Davacı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 29.5.1996 gününde, bozmada oybirliği nedeninde oyçokluğu ile karar verildi.

Karşı Oy: Gerek öğretide, gerek uygulamada kabul edilen genel bir tanımlamaya göre yaylak (yayla) “bir veya birkaç köy ya da beldeye ayrı ayrı ya da ortak olarak, hayvanlarıyla birlikte yaz mevsimini geçirmeleri ve hayvanlarının otlatılmaları ve otundan yararlanmaları için tahsis edilen (özgülenen) veya öteden beri (kadimen) bu amaçla kullanıla gelen arazi parçalarına” verilen addır. (Prof. Dr. Ejder Yılmaz – Hukuk Sözlüğü sh: 520)

Bu tanım kapsamında kalan yerler, Medeni Yasanın 641 maddesi ile 3402 sayılı Yasanın 16/B maddesi hükümleri uyarınca kamu malı niteliğindeki taşınmazlar olarak kabul edilmektedir. Yine kamu malı niteliğindeki mera, yaylak ve kışlakları birbirinden ayıran değişik bazı özellikler daha bulunmaktadır. Bir başka söyleyişle ve özetle; kamu malı niteliğindeki meralar alınıp satılamazlar, bağışlanamazlar, zilyetlikle kazanılamazlar, tescile tabi değillerdir, cebri icraya konu olamazlar, taksim edilemezler, kural olarak kiraya verilemezler, üzerlerine bina yapılamaz, ağaç dikilemez, tarla haline getirilemezler, büyültülüp küçültemezler, yararlanılmalarında inhisarilik (tekelcilik), tahsisilik (özgülendirme) kuralları geçerlidir, yararlanma ilke olarak ücretsizdir.

Yaylak ve kışlaklarda ise, hukuksal durum biraz daha değişiktir. Şöyle ki, bir yerin yaylak ve kışlak sayılabilmesi için öncelikle bu tanıma uygun biçimde özgülendirilmeleri ya da aynı amaçla kadimden beri kullanılmaları gerekir. Eski Arazi Kanununun 101. maddesi yaylak ve kışlakların “tahsis” edilme niteliğini “mahsus” sözcüğüyle ifade etmiştir.

Yaylak ve kışlakların meralara verilen niteliklerden ayrı, bazı özellikleri daha bulunmaktadır. Öncelikle, meralarda yaylak ve kışlakların benzer özellikleri üzerinde kısaca durmakta yarar görüyoruz. Bu özellikler şu başlıklar altında toplanabilir:

Yaylak ve kışlaklar zilyetlikle kazanılamazlar, özel mülkiyete konu olamazlar, kamu malı niteliğindeki yaylak ve kışlaklardan yararlanma özgülendirme şeklinde ya da başlangıcı belli olmayan günden (kadimden) beri sürmelidir. Bu benzer özelliklerin yanı sıra, mera ve yaylakları ayıran diğer özellikleri de şöyle sayabiliriz: Yaylak ve kışlaklardan yararlanma ücrete tabidir, özgülendirilen halkın rızasıyla tarıma açılarak ekilip sürülebilir, üzerlerine bina, ağıl ve benzeri tesisler kurulabilir. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi 14.12.1995 gün 6934/16251 sayılı kararında “yerleşim amacına yönelik kalıcı inşaatın… yapılmış olması sonucu zilyetlik süresi ne olursa olsun yaylalarda özel mülk olarak toprak kazanılamaz” görüşünü içeren bu kararında bu tür binaların geçici nitelikte basit bina şeklinde olmasını öngörmektedir ki yüksek dairenin bu görüşü yasa koyucunun amacına da uygun düşmektedir. Yaylak ve kışlaklarda aranan diğer bir özelliği ise, Arazi Kanununun 101. maddesinde buluruz. Söz konusu bu özellik anılan hükümde, “Defterhane-i amirede mukayyet olup…” bir veya birkaç köye müstakilen veya müştereken tahsis edilmiş olan yaylak ve kışlaklar şeklinde bahsedilmek suretiyle belirlenmektedir. Ancak, bütün yaylak ve kışlakların Defterhanede kayıtlarının bulunmadığı da bir gerçektir. Yaylak ve kışlaklar ister kayıtlı olsun, ister olmasın aynı hüküm kapsamına girerler.

Bu konuda Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulu 6.6.1956 gün 9/10 sayılı kararında “bir yerin köy veya belediye gibi hükmi şahıslara ait yayla mahalli olduğu yolundaki iddiaların şahitle ispat olunamayacağına, Defterhane’deki kayıt ile veya tahsise müteallik bir kararın mevcudiyetini göstermeye salih kanuni vesikalar ile ancak böyle bir iddianın ispat olunabileceğinE: ..” karar vermiş ise de; TBMM 13.7.1956 gün ve 2024 sayılı Arazi Kanununun 101 maddesine ilişkin yorum kararında “…mera, yaylak ve kışlak diye vasıflandırılan yerlerdeki intifa hakkının aidiyeti cihetine müteallik olmak üzere yazılı mektup) beyyine ibrazı mümkün bulunmayan hallerde ehli vukuf ve şahit ikame ve istimaına ve sair delillerle istinat olunmasına cevaz bulunduğu neticesine varıldığından…” demek suretiyle Yargıtay’ın 6.6.1956 gün ve 9/10 sayılı inançları birleştirme kararını geçersiz hale getirmiştir. (Aktaran Prof. Dr. Halil Cin, Türk Hukukunda Mera, Yaylak ve Kışlaklar, sh: 84)

Bu durum karşısında, Defterhanede ve tapuda kayıtlı olup olmadıklarına bakılmaksızın bir yerin yaylak ve kışlak olup olmadığı olgusu bilirkişi, tanık gibi her türlü delille kanıtlanabilecektir.

Öncelikle, şunu belirtmekte yarar görüyoruz; yaylak ve kışlak davalarında da mera davalarında uygulanan yargılama usulleri geçerlidir.

Medeni Yasamızda mera, yaylak ve kışlaklarla ilgili yeterli hükümler bulunmamaktadır. Konu ile ilgili olarak Medeni Yasada 641, 675, 812 ve 912. madde hükümleri bulunmaktadır. Bunun dışında, eski hukukumuzdaki mera, yaylak ve kışlaklarla ilgili hükümlerin bir kısmı, Medeni Yasanın uygulanmasına ilişkin 29 Mayıs 1926 gün ve 864 sayılı yasanın 43. maddesi ile kaldırılmış bulunmaktadır. Halen mera, yaylak ve kışlaklarla ilgili olarak; anılan yasanın 43. maddesi hükmünün yorumu sonucunda yürürlükte bulunduğu öğreti ve uygulamada genel olarak kabul edilen eski Arazi Kanunun 91, 92, 96, 97, 98, 99, 100 ve 101. maddeleri ile 442 sayılı Köy Kanununun 2, 4, 6, 8 ve 17/12; 474 sayılı yasanın 3; 2644 sayılı Tapu Kanununun 25, 31; 1580 sayılı Belediye Kanununun 70, 159 ve 3402 sayılı Kadastro Yasasının 16/B; 3083 sayılı Sulama Alanlarında Arazi Düzenlenmesine Dair Tarım Reformu Kanununun 15. maddeleri mevcuttur. Halen yürürlükte bulunmayan 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanununun 16; 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun 8 ve bu yasaya 5618 sayılı yasayla eklenen ek 3 ve 4; 766 sayılı Tapulama Yasasının 35. maddeleri de mera, yaylak ve kışlaklarla ilgili hükümler içermekteydi.Sayın çoğunlukla aramızda, sözü edilen temel ilke ve uygulama kuralları doğrultusunda tam bir görüş birliği vardır. Gerçekte sayın çoğunlukla aramızdaki uyuşmazlık, yerel mahkemece yeterli yaylak araştırması yapılıp yapılmadığı noktasında toplanmaktadır.

Kanaatimizce, mahkemece yeterli araştırma, inceleme ve uygulama yapılmadan, yöntemine aykırı şekilde aynı köyden seçilen bir yerel bilirkişi ile bir zilyet tanığının soyut anlatımlarına dayanılarak hüküm kurulmuştur. Taşınmaz hukukuyla ilgili davalara ilişkin hükümlerin denetlemesi görevini üstlenen Yargıtay’ın ilgili yüksek dairelerince belirlenen yönteme uygun bir yayla araştırması da yapılmamıştır. Her dağ, yaylak sayılamayacağı gibi dağ ismine göre hüküm oluşturulması da önerilemez. Medeni Yasanın 6. maddesi gereğince taraflar iddialarını kanıtlamakla yükümlüdürler. Somut olayda Kızıldağ yaylası sınır ve kapsamlarıyla birlikte belirlenmemiştir. Arazi üzerinde neresi olduğu, açık biçimde saptanmamıştır. Yine olayımızda davacı Hazine çekişmeli taşınmazın ve çevresinin yayla olduğuna ilişkin herhangi bir kanıt bildirmemiştir. Serbest orman mühendisleri aracılığıyla orman araştırması yapılarak verilen raporda, 1/25000 ölçekli en eski memleket haritasında, 1969 tarihli hava fotoğraflarında, 1/25000 ölçekli en eski amenajman planında, 1/5000 ölçekli kesinleşmemiş orman kadastro haritası ile paftasında çekişmeli yerin ve çevresinin açık renkli mesken yeri olduğunun bildirildiği; ayrıca temyiz aşamasında verilen “”646 numaralı müstakil defterin 14. sahife ve 4. sıra numarasında kayıtlı Halil bey oğlu Piri Paşaya ait evasıtı Rabiulevvel Hicri 960 (Miladi 1439) tarihli vakfiyede” davalı taşınmaz ve çevresinin “…Adana livası tevabiinden Karaisalu kazasında kain Kızıldağ mezrası…” tümcesinde geçen mezranın yerleşim alanı köy olduğu, yine aynı vakfiyede geçen “…Kızıldağ mezrasında vakıfın bina etmiş olduğu Camii Şerif ile su batığı ismi ile müsemma mezra arasında kain iki değirmen vakfetti…” şeklindeki tümcede davalı yerin bulunduğu Kızıldağ mezrasının hicri 960 yılında mevcut olduğu belirtilip vurgulanmaktadır. Bu vakfiyede belirtilen sınırlar yerine uygulanarak kapsamı saptanmamış, “Kızıldağ mezrası”nın halen davalı yerleşim yeri olup olmadığı belirlenmemiştir. Kızıldağ yaylasının eylemli olarak nere olduğu, sınır ve kapsamı açık ve kesin şekilde saptanıp krokide gösterilmemiştir. Taşınmaz ve çevresinin niteliği, öncesinin ne olduğu yöntemince araştırılmamış, söz konusu yaylada tapulu ya da vergili yerler bulunup bulunmadığı saptanmamış, taşınmaz ve çevresinin kadim kullanım şekli araştırılmak üzere komşu köylerden seçilecek yaşlı ve yansız bilirkişiler ve hazinenin çevre köylerden göstereceği tanıklar taşınmaz başında dinlenip bilgilerine başvurularak çekişmeli parsel ve çevresinden komşu köyler ile kasaba halkının ve Adana’da oturan kişilerin nasıl yararlandığı, binaların yapımı için yaylanın intifasından yararlanan köylerden izin alınıp alınmadığı, yaz mevsiminde 10-15000 nüfusu barındıran Kızıldağ beldesinin Karaisalı belediyesince mücavir alan içerisine alındığı, elektriğinin, suyunun, asfalt yolunun bulunduğu, PTT binası ile orman idaresi binalarının ve camilerinin mevcut olduğu, daha önceki yıllarda yaz aylarında Karaisalı’daki hükümet kuruluşlarının bu yere gelerek geçici olarak kaldıkları Hazinece bildirildiğine göre bu durumların araştırılmadığı anlaşılmaktadır.

Bu durum karşısında, bütün bunların araştırılmasından sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek dava konusu yerin yayla sınırları içinde kalıp kalmadığı kesin ve açık biçimde saptandıktan sonra bir karar verilmesi gerekirken somut ve yeterli delillere dayandırılmadan hüküm kurulması doğru olmadığı gibi Yüksek Dairenin kesin bozması da bu araştırmayı engeller mahiyettedir. Yukarıda açıklanan nedenlerle araştırmaya yönelik değişik bozma öneriyor ve sayın çoğunluk görüşüne katılmıyorum.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın