1. Anasayfa
  2. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1-222 K: 1999/226 T: 21.4.1999


Medeni Kanun’un 917. maddesinden kaynaklanan davalarda uygulanacak zamanaşımı süresi tapu kaydının düzeltilmesi davasının reddine ilişkin kararın kesinleşme tarihinden başlar.

Taraflar arasındaki “kayıt terkini” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; S. Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 8.5.1997 gün ve 1997/54 – 194 sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine,

Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 14.10.1997 gün ve 1997/10614 – 12282 sayılı ilamı;  (… Davacılar vekili, davaya konu 394 ada, 6 parsel sayılı çekişmeli taşınmazın Mıgırdıç oğlu Parsih K: adına kayıtlı iken isim benzerliğinden yararlanılarak sahte bir işlemle 3.9.1986 tarihinde Rahmi A.’ya temlik edildiğini, Rahmi A.’nın da 11.9.1986 tarihinde B…. İnşaat Malzemeleri Taahhüt ve Ticaret ve Sanayi Limited Şirketine devrettiğini, bu şirketten de 14.11.1981 tarihinde müvekkillerince yarı yarıya satın alındığını, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün 3.4.1991 tarihli yazısı üzerine Medeni Kanun’un 917 maddesinden bahisle “3. 9.1996 tarihindeki satış işleminin sahtecilik yolu ile yapıldığı” şeklinde tapu siciline şerh konulduğunun şerhin terkini için açtıkları davanın yerel mahkemece reddedildiğini, verilen hükmün kesinleştiğini ancak müvekkillerinin üçüncü el durumunda olup iyi niyetli bulunduklarını Hazine’nin Medeni Kanun’un 917. maddesinden kaynaklanan sorumluluğunun haksız eylem sorumluluğunun bir türü olup Borçlar Kanun’un 60. maddesinde düzenlenen 1 ve 10 yıllık zaman aşımı süresince bağlı tutulduğunu işlem 3.9.1986 tarihinde vuku bulunduğuna göre Hazine’nin sorumluluğunun zaman aşımına uğradığını, şerhin devamında Hazine’nin bir yararının kalmadığını, ileri sürerek şerhin terkinini istemiştir.

Gerçekten 3.9.1986 tarihinde yapılan ilk temliki işlemin sahtecilik yolu ile gerçekleştirildiği tartışmasızdır. Nitekim temliki işlemi yapan görevliler görevi ihmal suçundan mahkum olmuşlardır. Davalı taşınmazın söz konusu sahte işlemden sonra 11.9.1986 – 14.11.1986 tarihlerinde satış yoluyla iki kez el değiştirdiği, son malikler olan davalılar üzerine kayıtlı iken müfettiş tahkikatı sonucu ilk devrin tapu maliki ile isim benzerliğinden yararlanılarak sahtecilikle gerçekleştirildiğinin anlaşıldığı, tapu kadastro genel Müdürlüğü’nün 3.4.1991 tarihli yazısı ile hanesine bu yönde beyan düşünüldüğü tüm Dosya içeriği ve toplanan delillerle sabittir.

Hemen belirtmek gerekir ki S. 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1933/128 esas 1994/249 sayılı Dosyasında verilen kararın bozulmasına dair 29.12.1994 tarih 1984/15710 Esas 1994/17210 sayılı Yargıtay ilamında belirtildiği üzere davalı Hazine tarafından tapu malikinin beyanlar hanesindeki belirtmenin (beyanın), Medeni Kanun’un 917. maddesinde öngörülen sorumluluktan kurtulmak amacı yanında sicilinin gerçeğe uygun tutulması ve bir zarara sebebiyet verilmemesi düşüncesiyle yazıldığı anlaşılmaktadır.

Ne var ki mülkiyet hakkının kullanılmasını olumsuz yönde etkileyecek bu beyanın, amacı ve özelliğide göz önünde tutularak Tapu Sicil Müdürlüğünce sahte işlemden önceki malik veya mirasçılarına haklarını korumaları için gerekli tebligat yapılarak sonucuna göre akibetinin belirlenmesi yerine süresiz ve gereksiz yere korunmaya çalışılması haklı ve yasal bir davranış olarak kabul edilemez.

Ayrıca Medeni Kanun’un 918. maddesinde tapu siciline tescili gereken aynı haklar sınırlı olarak sayılmış, tapu sicilinin şerhler hanesinde gösterilecek kişisel haklar 919, 920, 921 maddelerinde aynı şekilde belirtilmiş, beyanlar hanesine işaret edilecek kişisel haklar ise 8.10.1939 tarih 10012 sayılı eski tapu sicil nizamnamesinin 85 – 90 maddelerinde, 7.6.1994 tarihinde yürürlüğe giren yeni tapu sicil tüzüğünün 60, 64 maddelerinde açıklanmıştır. Böylece, devletin muntazam tutulmasını üstlendiği, doğru tutulmamasından doğan sorumluluğunu yüklendiği tapu sicilini disipline almak, tapu sicili nedeniyle çıkacak çekişmeleri asgariye indirmek, onu yaz boz tahtasına çevirmemek, lüzumsuz veya zorunlu olmayan, bilgilerin tapu siciline geçirilmesi önlenmek istenilmiştir. Oysa açıklanan türdeki bir beyanın tapu siciline işlenmesine ilişkin anılan nizamname ve tüzükte hiçbir sarahat yoktur.

Öte yandan Hazine’nin sorumluluğunu hükme bağlayan Medeni Kanun’un 917/1 maddesine dayanan davalarda olayın Borçlar Kanun’un 41. maddesinde düzenlenen haksız eylemin bir türü olduğu ve mürürüzaman yönünden Borçlar Kanun’un 60. maddesinin uygulanması gerekeceği gerek uygulamada gerekse doktrinde ortaklaşa kabul edilmektedir. Söz konusu maddenin 1. fıkrası uyarınca; zararın ve sorumluluğun öğrenilmesi tarihinden itibaren 1 yıl herhalde zararı doğuran eylem veya işlem tarihinden başlayarak 10 yıl geçtikten sonra davanın zaman aşımına uğrayacağı kuşkusuzdur.

Somut olayda ise zararı meydana getiren işlem ile dava tarihi arasında on yıllık zamanaşımı süresi de çoktan geçmiştir.

Hal böyle olunca yukarda değinilen ilke ve olgular göz önünde tutularak davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile reddi yönünde hüküm kurulması isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak Dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararı: Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve Dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

1.9.1986 tarihinde yapılan ilk temliki tasarrufun sahtecilik yoluyla gerçekleştirildiği ve işlemi yapan görevlilerinde görevi ihmal suçundan mahkum oldukları kesindir.

Yine 29.12.1994 T: ve 1984/15710 E: , 1994/17210 K: sayılı Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin ilamında da açıklanıp kabul edildiği üzere, davalı Hazine tarafından tapu malikinin beyanlar hanesindeki belirtmenin M.K: ’nun 917 maddesinde öngörülen sorumluluktan kurtulmak amacı ile ve bir zararın meydana gelmesini baştan önlemeye matuf tedbirli bir düşünce sonucu vaz edildiği de açıktır.

Şu durum karşısında davaya konu, tapu sicilinde tapu malikinin beyanlar hanesindeki belirtmenin Hazine’nin hukuki yararını korumak amacıyla konulup devam ettirildiğinde kuşku ve duraksamaya yer bulunmamaktadır. Esasen bu maddi ve hukuki olgular Özel Dairenin de kabulü altındadır.

Özel Dairenin bozmasında egemen olan görüşe; Medeni Kanun’unun 917. maddesine dayanan davalarda uygulanan B.K: 60. maddesindeki zamanaşımı süresinin başlangıç tarihinin zararı meydana getiren işlemin yapıldığı tarih olarak kabul edilmesi olmuştur.

O nedenle öncelikle bu konunun aydınlanması gerekir. Hemen belirtelim ki; öğreti ve uygulamada M.K: 917. maddesinden kaynaklanan davalarda uygulanacak zamanaşımına ilişkin yasa maddesi B.K: ’nun 60. maddesidir. M.K: ’nun 917. maddesi gereğince Hazine’nin sorumlu tutulabilmesinin koşulları, tapu sicilinin tutulmasından zarar doğmuş bulunması, memurun hukuka aykırı eylemi olması zarar ile eylem arasında illiyet bağı bulunmasıdır.

O nedenle, zarar doğmadıkça Hazine’nin sorumluluğundan sözedilemeyeceği kuşkusuzdur. Diğer bir anlatımla tapu kaydının düzeltilmesi mümkün bulundukça zarardan sözedilmeyecek ve Hazine’ye karşı açılacak tazminat davası dinlenemeyecektir.

Yine mülkiyet hakkına dayanılarak açılacak bir davada zamanaşımı da söz konusu değildir. M.K: ’nun 933. maddesi uyarınca haklı bir neden olmaksızın yapılan bir tescil mülkiyet hakkını sona erdiren salt yeterli bir delil olarak kabul edilemez. O nedenle sahteciliğe dayanan bir tescil karşısında eski malik tapu tashihi davası sonuçlanıp kesinleşinceye kadar taşınmazın mülkiyetini henüz hukuken kaybetmiş sayılamaz, öte yandan tapudaki yanlışlık başlı başına hukuki bir varlık ifade etmez, ancak neden olduğu zarar itibariyle hukuki bir sonuç yaratır. (Bkz. 16.5.1956 T: E: 1, K: 7; 13.5.1944 T: 1943/13 E: 1944/8 K: sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları ve H.G.K: 20.1.1982 T: 19/9/4 – 458 E: 1982/46 K: )

Hal böyle olunca, M.K: ’nun 917. maddesinden kaynaklanan davalarda uygulanacak B.K: ’nun 60. maddesindeki zamanaşımı süresinin tapu kaydının düzeltilmesi davasının reddine ilişkin kararın kesinleşme tarihinden başlayacağı açıktır. Bu kabul altında somut olayı ve delillere bakıldığında anılan zamanaşımı süresi dolmadığı gibi esasen başlamadığı da çok açıktır. Öyleyse tapudaki belirtmenin kaldırılmamasında Hazine’nin önceden var olan hukuki yararının devam ettiğinin kabulü kaçınılmazdır. Açıklanan nedenler ve yerel Mahkemenin dayandığı gerekçelerle direnme kararı usule ve yasaya uygundur. Bu nedenle onanmalıdır.

Sonuç: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli ilam harcı peşin alınmış olduğundan, başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, oyçokluğuyla karar verildi.

Karşı Oy Yazısı: Dava, tapu kaydı maliki davacılar tarafından tapu sicilinin sakat işlemle düzenlenmesi sebebiyle davalı Tapu Sicil Müdürlüğü’nün sorumluluğunu zaman aşımına uğramış olduğu iddiasına dayalı olarak açılmış, tapudaki şerhin terkinine ilişkin bulunmaktadır.

Bilindiği üzere Borçlar Kanunu’nda zaman aşımı, borcu sona erdiren sebepler arasında sayılmakla beraber, aynı Yasa’nın 140’ncı maddesinde zaman aşımının oluştuğu iddiasının ancak borçlu tarafından ileri sürüldüğünde hakim tarafından dikkate alınabileceği, yoksa resen dikkate alınamayacağı emredici bir şekilde düzenlenmiştir. Bu sebeple de usul hukuku sahasında, zaman aşımının bir defi olduğu ve bunun da borçluya edimini yerine getirmekten kaçınma olanağı sağlayan bir hak olduğu diğer bir deyişle borçlunun, borcunun devam etmekle birlikte bu defiyi kullanarak borcu yerine getirmekten kaçınma hakkının mevcut olduğu kabul edilmektedir. (Bkz. Prof. Dr. B. Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü El Kitabı, İsT: 1995 Sh. 369 vd.) Borçlar hukuku sahasında da, zamanaşımının borcu ortadan kaldırmadığı, sadece eksik borç haline getirdiği kabul edilmektedir. (Bkz. Tekinay Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, Cilt 2, İsT: 1985, Sh. 1382 vd.)

Bu açıklamalar karşısında, zamanaşımının kendisini oluşturan borç ilişkisinde ve o borç ilişkisinin tarafları arasında oluşacak uyuşmazlık sebebiyle alacaklı tarafından açılan davada borçlu sıfatını taşıyan davalıya tanınan bir hak olduğu ve hükümlerini de açıklanan taraflar arasında açılacak bir davada doğuracağının kabulü gerekmektedir. Böyle bir dava açılmadığı aşamada sırf zamanaşımı süresinin dolması borcu ve sorumluluğu sona erdiren bir sebep olarak kabul edilemez. Bu sonuç, sadece hak düşürücü sürelere tanınan bir haktır.

Dava konusu olayda ise, davalı Tapu Sicil Müdürlüğü’nün sorumluluğuna ilişkin bir dava henüz açılmadığına göre, sakat işleme dayalı olarak taşınmazı devir alan tapu malikleri davacılar tarafından bu sakatlığı belirten şerhin, Tapu Sicil Müdürlüğü’nün bu sakat işlemden kaynaklanan sorumluluğunun zamanaşımına uğradığından bahisle iş bu terkin davası açmaları mümkün olmadığı gibi, buna imkan tanıyan Özel Dairenin bozma kararıda öncelikle yukarıda açıkladığım nedenlerden dolayı isabetli bulunmadığından, Mahkemenin direnme kararı vermesini, bu açıdan doğru bulmaktayım.

Genel Kurul Kararı’nda açıklanan bozma sebeplerine iştirak etmekle beraber, bozma gerekçesine yukarıda açıkladığım gerekçelerinde ilavesinin dikkate alınmayışı sebebiyle ve sadece bu yönden karşı oy kullanmış bulunuyorum.

Karşı Oy Yazısı Tapu Sicilleri taşınmazlar üzerinde mevcut hakları açıklamak, bunların tesisini ve devirlerini sağlamak için Devlet tarafından ve Devletin güvencesi altında tutulan kamuya açık resmi sicillerdir. Devletin tapu sicilleri üzerindeki bu fonksiyonu, kuşkusuz sorumluluğunu da beraberinde getirir. Bu sorumluluk Medeni Kanun’un 917. maddesi ile düzenlenmiş olup, şu şekilde ifade edilmiştir. “Hazine, tapu sicillerinin tutulmasından mütevellit bütün zararlardan mesüldür.”

Madde metninde açıklık bulunmamakla birlikte, Devletin tapu sicilinin tutulmasından meydana gelen zararlardan sorumluluğu, kusursuz, kusur koşulu kaldırılmış bir haksız fiil sorumluluğudur. Sorumluluğun hukuki mahiyeti, yani haksız fiile dayalı kusursuz sorumluluk hali, gerek öğretide, gerekse yargısal uygulamalarda oybirliği ile benimsenmiştir.

Bunun sonucu olarak, Devlete karşı Medeni Kanun’un 917. maddesine dayalı olarak açılacak tazminat davalarında, Borçlar Kanun’unun 60. maddesinde öngörülen zaman aşımının uygulanacağı hususunda da öğreti ve uygulama tam bir görüş birliği içerisindedir. Bu konularda yerel mahkeme ile Daire arasında bir uyuşmazlık bulunmadığı gibi, sayın çoğunluğunda aynı görüşü paylaştığı anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlık, haksız fiil sorumluluğunda uygulanan Borçlar Kanun’unun 60. maddesinde öngörülen 1 ve 10 yıllık zaman aşımının hangi tarihte başlayacağı noktasında toplanmaktadır.

Bilindiği üzere, sözü edilen madde; “… zarar ve ziyan yahut manevi zarar namıyla nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrı olan tarafın zarar ve failine ıttıla tarihinden itibaren bir sene ve herhalde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunamaz….” Şeklinde düzenlenmiştir.

Madde metninden anlaşılacağı gibi, yasada iki tür zamanaşımı öngörülmüştür. Bir yıllık asli zamanaşımı süresi, haksız eylemden doğan zararın ve onu giderme borcu altında bulunan kimsenin öğrenilmesinden itibaren işlemeye başlayacaktır. Devamlılık arzeden Yargıtay uygulamalarında, zararın varlığını öğrenmenin zamanaşımının işlemesi için yeterli olduğu, kapsam ve miktarının bilinmesinin şart olmadığı kabul edile gelmektedir.

Zarar görenin zararı ve bundan yükümlü kişiyi öğrendikten itibaren bir yıl içerisinde dava açabilmesinin üst sınırı ise yine yasada gösterilmiş ve haksız fiil tarihinden itibaren 10 yıl olarak belirlenmiştir. Borçlar Kanun’unun 60. maddesindeki “… ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren 10 sene mürurundan sonra…” maddi ve manevi tazminat davalarının dinlenemeyeceği ifadelerinden anlaşılmak gereken budur. Anılan maddedeki on yıllık zamanaşımı süresi, tazminat isteme hakkını doğuran eylem ya da olgu ile başlayacaktır. 10 yıllık sürenin başlaması için, zarar unsurunun mevcudiyetinin, yahut zararın doğmuş olup olmamasının önemi yoktur. Zarar sonradan meydana gelmiş olsa bile 10 yıllık zamanaşımı haksız eylem tarihinde başlamıştır.

Yasa’nın bunca açık hükmüne rağmen, 10 yıllık zamanaşımı başlangıcını, zararın doğduğu (ortaya çıktığı) tarihe taşıyan Yüce Genel Kurulun sayın çoğunluğunun düşünce tarzına anlam vermekte güçlük çekileceği muhakkaktır.

Bilindiği gibi, haksız eylemler; ani, temadi ya da teselsül eden haksız eylem şeklinde ortaya çıkar. Tapu sicillerinin tutulmasından doğan zararların, ani bir haksız eylem şeklinde oluştuğu kuşkusuzdur. Nitekim olayımızda 1986 yılında sahtecilikle illetli, yolsuz tutulmuş, tesis edilmiş bir tapu kaydı mevcuttur. Bu tarihten sonra devam eden başkaca bir eylem söz konusu değildir. Tekrarlanan bir haksız eylemden de söz edilemez.

Şu hale göre, devam eden haksız eylem değil zarardır; hukuka aykırılıktır. Hukuka aykırılığın, zararın devamı süresince zamanaşımının işlemeyeceğini, başlamayacağını kabul etmek Yasa’nın açık hükmüne aykırıdır. Böyle bir düşünce tarzı, zamanaşımının başlangıcını belirsiz bir tarihe bağlamak, zarara uğrayanın keyfine bırakmak olur. Dolayısı ile yasada öngörülen zamanaşımı hükmünün hiçbir zaman uygulanamayacağı sonucu ortaya çıkar.

Bu bakımdan, zararın öğrenilmesi on yıllık değil, bir yıllık zamanışımının süresinin başlaması bakımından önem taşır. Haksız fiilin vukuundan itibaren 10 yıl geçtikten sonra zararın öğrenilmesinin önemi yoktur.

Somut olayda tapu sicilinin yolsuz tutulmasından itibaren 10 yıl geçmesine rağmen, Hazine’nin sorumluluğuna ilişkin bir dava açılmamış, zararı belirleyen bir hüküm de oluşmamıştır. Öyle ise Borçlar Kanun’unun 60. maddesindeki zamanaşımı süresi geçmiş, Hazine’nin sorumluluğu ortadan kalkmıştır. Bu bakımdan hazineyi sorumluluktan kurtarma amacıyla tapu siciline yazıldığı anlaşılan, “3.9.1986 tarihindeki satış işleminin sahtecilik yoluyla yapıldığı” biçimindeki beyanın terkini, silinmesi gerekir.

Burada şu hususu vurgulamakta yarar vardır. Borçlar Kanun’unun 60. maddesinde belirtilen 10 yıllık sürenin geçmesi ile ortadan kalkan, Hazine’nin tazmin sorumluluğudur. Yoksa, kayıt malikinin yolsuz tescil ile taşınmazı edinene veya sonraki müktesiplere karşı ayın veya bedel davası açma hakkı devam etmektedir. Bilindiği üzere, ayni haklara ilişkin dava hakları zamanaşımı ile sınırlı tutulmamıştır.

Yüce Genel Kurulda tartışma konusu yapılan, çekişmeye konu beyan (belirtme) nin niteliğine de değinmek gerekir.

Tapu siciline tescili gereken ayni haklar Medeni Kanun’un 918. maddesinde sayılmış, aynı Yasa’nın 919, 920 ve 921. maddelerinde de sicile tescili mümkün olan kişisel haklar tadadi olarak belirtilmiştir.

Bu şerhlerin amacı, şahsi hakların kuvvetlendirilmesi malikin tasarruf yetkisinin sınırlandırılması, geçici tescilin tapu kütüğüne yazılmasıdır. Bu amaçlara yönelik olsa dahi, her istenilen hususun tapuya şerhi mümkün değildir. Bir hususun tapuya şerhi için, kanun tarafından açıkça şerhin öngörülmüş olması gerekir.

Beyanlar ise tapu kütüğünün diğer sütunlarında yer almayan fakat, tapu kütüğüne yazılarak alenileştirilmesinde fayda görülen fiili durumlardır. Beyanlar Medeni Kanunda özel olarak düzenlenmemiştir. Ancak, 1939 tarihli eski Tapu Sicil Nizamnamesinin 85 – 90; 1994 tarihli yeni Tapu Sicil Tüzüğünün 60 – 64 üncü maddeleri bu hususta düzenlemeler getirmiş olup, tüzükte öngörülmeyen hususların da beyanlar hanesine yazılmasına olanak yoktur. Yasa ve tüzükte yer almayan bir hususun tapu siciline şerh veya beyan olarak yazılması mümkün değildir. Çekişme konusu yapılan beyanın da sicile yazılacağına dair ne yasada, ne de tüzükde bir hüküm bulunmadığına göre, dayanağı olmadığı yolsuz bulunduğu kuşkusuzdur.

Açıklanan bütün bu nedenlerle, sebebi bulunmayan tapudaki beyanın kaldırılması sonucuna yönelik Daire bozma kararının doğru olduğu inancıyla, aksi görüşü benimseyen sayın çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.