1. Anasayfa
  2. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/13-414 K: 2003/410 T.11.6.2003


Kamu malı niteliği taşıyan, yetkili idari organca kamu malı olmaktan çıkarılmayan ve dolayısıyla özel mülk olarak tescile tabi bulunmayan bir taşınmazın, her nasılsa özel mülk olarak tapuya tescil edilmesi, bir “yolsuz tescil” olup, o yerin özde tescile tabi bulunmama (kamu malı olma) niteliğini değiştirmez

Davalı vakıflar idaresi’nin davacı şirkete sattığı taşınmaz, baştan beri hukuksal nitelikçe bir kamu malı olup, tüm diğer kamu malları gibi, bu nitelikte sözleşmeler yapılması yasaklamış ve sözleşme serbestisi bu yönden sınırlamış olduğundan; üzerinde özel mülkiyet kurulması sonucunu doğuracak şekilde satılamayacağı gibi bu sonucu sağlamaya yönelecek şekilde sözleşmeler yapılamayacağı da kuşkudan uzaktır.

Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ü. Asliye 4. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 8.11.2001 gün ve 2001/73 – 1007 sayılı kararın incelenmesi davalılardan Vakıflar İstanbul Bölge Müdürlüğü vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 24.06.2002 gün ve 2002/5380-7636 sayılı ilamı ile; (… Davacı, 296 ada 23 parsel numaralı taşınmazı davalı vakıflar idaresinden 15.8.1969 tarihinde satın alıp adına tapuya tescil ettirdiğini ve 27.10.2000 tarihine kadar mülkiyet hakkını sürdürdüğünü, ancak diğer davalı Maliye Hazinesi’nin açtığı tapu iptali ve tescil davası sonunda kendi adına olan tapunun iptal edildiğini, taşınmazın tapu kaydının iptalinde kendi kusurlarının bulunmadığını ileri sürerek taşınmazın rayiç değeri olan 9.702.300.000.000.- TL.’nın her iki davalıdan birlikte tahsilini istemiştir.

Davalı Maliye Hazinesi kendilerine husumet yöneltilemeyeceğini savunmuş, diğer davalı vakıflar idaresi ise mahkemenin yetkisiz olduğunu, taşınmazın mahkeme kararı ile davacının elinden alınmasında sorumluluklarının bulunmadığını, satış yaptıkları anda taşınmazın mülkiyeti hususunda herhangi bir ihtilafın olmadığını, zamanaşımı süresinin de dolduğunu savunarak davanın reddini dilemişlerdir.

Mahkemece, davalı Maliye Hazinesi’nin satım akdine taraf olmadığı için husumet düşmeyeceği, davalı vakıflar idaresinin, taşınmazın zapt tarihindeki değerinden, davacının elde ettiği semerelerin tenzili sonucu bakiye miktardan sorumlu olduğu gerekçesiyle, Maliye Hazinesi hakkındaki davanın reddine, 9.680.935.595.923.TL.’nın yasal faiziyle birlikte davalı vakıflar idaresinden tahsiline karar verilmiştir.

Mahkeme hükmünün, davacı ve davalı vakıflar idaresince temyizi üzerine dairemizin 21.3.2002 gün 2001/12637 esas 2002/2938 karar sayılı ilamı ile onanmasına karar verilmiş, bu kez davacı ile davalı vakıflar idaresince karar düzeltme talebinde bulunulmuştur.

Davalı vakıflar idaresi, karar düzeltme dilekçesinde dairemizin onama ilamında ismi bulunan daire başkanı ve üyelerinin tümünü reddetmiştir. Davalının bu talebi mahiyeti itibariyle toplu red istemi niteliğindedir. Yargıtay Kanununun 39/son maddesinde, “daire ve kurulların toplantılarını engelleyen toplu ret istemleri dinlenmez” hükmü mevcuttur. Davalının toplu ret isteminin dairemizin toplantısını engelleyen nitelikte bulunduğu anlaşılmakla, davalı vakıflar idaresinin onama kararında ismi bulunan daire başkanı ve üyelerin reddine dair isteminin reddine karar vermek gerekmiştir.

Dosyadaki yazılara, mahkeme kararında belirtilip Yargıtay ilamında benimsenen gerektirici sebeplere göre davacının tüm, davalı vakıflar idaresinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan karar düzeltme itirazlarının reddi gerekir.

Dava konusu taşınmazın 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahrir Kanunu gereğince davalı vakıflar adına vakfiyeye dayanılarak tespit ve tescil edildiği, vakıflar idaresi tarafından 15.8.1969 tarihinde davacı genel müdürlüğe satıldığı, ancak davalılardan Maliye Hazinesinin açtığı tapu iptali ve tescil davası sonucu taşınmazın tapusunun iptal edilerek hazine adına tescil edildiği dosya içerisinde karşı çıkılmayan belgeler ile celbedilen dava dosyalarından anlaşılmaktadır Davacı taşınmazın zaptedilmesi nedeniyle davalıların zapta karşı tekeffül hükümlerine göre sorumlu olduğunu ileri sürerek ikame değerinin ödetilmesini istemiştir. Davalı vakıflar idaresi ise tapu kaydının mahkeme kararıyla iptal edildiğini, kendisine izafe edilecek bir kusur bulunmadığını ileri sürerek davanın reddini dilemiştir. Taraflar arasındaki uyuşmazlık açıklanan bu yönlerden kaynaklanmaktadır. Dava konusu taşınmaz vakıf taşınmazı iken, 2. Abdülhamit zamanında padişah iradesiyle hastaneye tahsis edildiği dosyadaki belgelerden anlaşılmaktadır. Tahsis keyfiyeti, padişahın iradesine iktiran ettiğinden kanun mahiyetindedir. Hastaneler ise 3402 sayılı Kanunun 16. maddesine göre kamu malı niteliğindedir. Yargıtay’ın öteden beri sapma göstermeyen kararlarına göre, özel mülk olarak tescile tabi olmayan bir taşınmazın her nasılsa özel mülk olarak tapuya tescil edilerek hakkında sicil oluşturulması, bu yerin özde tescile tabi bulunmayan yerlerden olduğuna ilişkin hukuksal niteliğini değiştirmez. (Hukuk Genel Kurulu 22.2.1990 gün 1989/1-700 esas 1990/101 karar ve 18.10.1989 gün 1989/1-419 esas 1989/528 karar) Az yukarıda açıklanan hükümler gözetildiğinde. hiçbir kimse taşınmazın öncesinin kamu malı olmadığını bilemeyeceğini, dolayısıyla iyiniyetli olduğunu ileri süremez, Bu hale göre olayda, MK.’nun 931. maddesindeki tapu siciline itimat prensiplerinin de uygulama olanağı bulunmamaktadır. Bu nedenle, taşınmazın davacıya satıldığı tarihte onun özünde yatan özel mülke konu olmayan yerlerden olduğunun alan ve satan tarafından bilinmesi yasa hükmü gereğidir.

Kamu mallarının özel mülk olarak devir ve temlikleri hukuken sonuç doğurmaz. Başka bir anlatımla taraflar arasında yapılan taşınmaz ile ilgili sözleşme geçersiz olup bu sözleşme taraflara herhangi bir hak bahşetmez. Ne var ki geçersiz satışlarda Dairemizin sapma göstermeyen kararlarında benimsendiği üzere herkes aldığını aynı anda iade ile mükelleftir. Taşınmazın tapu kaydı Hazine tarafından açılan tapu iptal ve tescil davası sonucu iptal ettirildiğine göre davacının iade borcu ortadan kalkmıştır. Ancak davacı satış sırasında ödediği satış bedelini sebepsiz zenginleşme kurallarına göre davalıdan isteyebilir. Bunun kapsamının belirtilmesinde ise aşağıda belirtilen denkleştirici adalet kurallarının gözden uzak tutulmaması gerekir.

Ne var ki hukuken geçersiz sözleşmeden kaynaklanan bu nitelikteki bir uyuşmazlığın haksız iktisap kurallarına göre çözümlenip tasfiye edilebilmesi için öncelikle haksız iktisabın kapsamını tesbitteki ilke ve esasların açıklanmasında zaruret vardır.

Geçerli bir sebebe dayanmaksızın bir kişinin mal varlığından diğerinin mal varlığına kayan değerlerin eksiksiz iadesi denkleştirici adalet düşüncesine dayanır. Denkleştirici adalet ilkesi ise, haklı bir sebep olmaksızın başkasının mal varlığından istifade ederek kendi mal varlığını artıran kişinin elde ettiği bu kazanımı geri verme zorunda olduğunu ve gerçek bir eski hale getirme yükümlülüğü bulunduğunu ifade eder.

Bilindiği gibi ülkemizde yaşanan enflasyon uzun yıllar boyu yüksek oranlarda seyretmiş ve paramızın değeri (alım gücü) de bununla ters orantılı olarak devamlı düşmüştür. Belli bir miktar paranın verildiği tarihteki alım gücü ile aynı miktar paranın aradan geçen zamana bağlı olarak iade günündeki alım gücünün farklı ve çok daha az olduğu bir gerçektir.

Bugüne kadar uygulanan kurallara göre geçersiz sözleşme gereğince alıcının akit tarihinde verdiği paranın aynı miktarda iadesine karar verilmesi, gerçek hayatta büyük sarsıntılara, tutarsızlıklara, adalete karşı var olması gereken güvenin sarsılmasına neden olmuş, kamu vicdanında haklı eleştiri konusu yapılmıştır. Hukuk kuralları, gerçek hayata uygun olduğu, toplumun adalet ihtiyacına cevap verebildiği sürece hayatiyetini devam ettirip saygınlık sağlar ve hukuk kuralı olma özelliğini korur. O nedenle hukuk kuralları, görevli organlarca değiştirilinceye, bu konuda yeni düzenlemeler yapılıncaya kadar zedelenmeden gerçek hayata, çağın gereklerine uygun olarak yorumlanıp uygulanmalıdırlar. Bu görevin ise yargıya ait olduğunda duraksamaya yer yoktur. Nitekim gerek Yargıtay kararlarında ve gerekse öğretide bu görüşe paralel düşünceler bulunmaktadır.

Akit öncesi sorumluluk kurallarının geçersiz sözleşmelerde de uygulanması gerektiği, geçersiz sözleşmelerden dolayı olumsuz zararın istenebileceği, bu zarar kapsamında kaçırılan fırsat karşılığının da bulunduğu, olumsuz zararın bazı özel durumlarda olumlu zarar kadar dahi olabileceği, MK.’nun 2. maddesine akdin geçersizliğinin ileri sürülemeyeceği hallerdeki kavramları, hep bu zaruretin sonucu ortaya konulan düşünce ve uygulamalardır. Yargının asıl görevi toplumun huzurunu sağlamaktır. Bunun için uygulanması gereken kurallar, mevcut yasaların ışığında bu yasa hükümlerine aykırı düşmeyecek şekilde yorumlanıp uygulanmalıdır.

Hukuken geçersiz sözleşmeler, haksız iktisap kuralları uyarınca tasfiye edilirken, denkleştirici adalet kuralı hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Bu husus hakkaniyetin ve adaletin bir gereğidir. Bu bakımdan iadeye karar verilirken, satış bedeli olarak verilen paranın alım gücünün ilk ödeme tarihindeki alım gücüne ulaştırılması ve bu şekilde iadeye karar verilmesi uygun olacaktır. Aksi takdirde kısmi iade durumu oluşacak, iade dışındaki zenginleşme iade borçlusu yedinde haksız zenginleşme olarak kalacak, iade borçlularının iadede direnmelerine neden olacaktır.

Yukarıda açıklanan ilke ve esaslara göre mahkemece taşınmazın davacıya satıldığı 15.8.1969 tarihindeki satış bedeli 2.048.340.- TL.’nın davacı adına olan tapunun iptal edildiği mahkeme kararının kesinleştiği tarih itibariyle ulaştığı alım gücü çeşitli ekonomik etkenlerin (enflasyon, tüketici eşya fiyat endeksi, altın ve döviz kurlarındaki artış, maaş artışları vs. gibi) ortalamaları alınarak, açıklamalı, gerekçeli, taraf ve Yargıtay denetimine elverişli bilirkişi raporu alınarak belirlenmeli ve bu miktara hükmedilmesi gerekirken, taşınmazın rayiç bedelinin tahsiline karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup hükmün bu nedenle bozulması gerekirken zuhulen onandığı bu defa yapılan inceleme ile anlaşıldığından davalının karar düzeltme isteminin kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle bozulmasına karar vermek gerekmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, tazminat istemine ilişkindir.

Davacı vekili, davacı şirketin 23 parsel sayılı taşınmazı davalı İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğünden 15.8.1969 tarihinde satın aldığını, ancak, diğer davalı Hazinenin açtığı dava sonucunda taşınmazın 27.10.2000 tarihinde onun adına tescil edildiğini, böylece, davacı şirketin 30 yıl önce satın aldığı taşınmazı herhangi bir kusuru olmaksızın kaybettiğini ve bu yüzden zarara uğradığını ileri sürerek, delil tespiti yoluyla belirlenen zarar tutarı (taşınmaz değeri) 9.702.300.000.000.- TL’nin tazminat olarak faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü vekili, kadastroca vakfı adına tespit ve tescil edilen taşınmazın 32 yıl önce ve hiçbir mülkiyet ihtilafı olmaksızın, iyi niyetli olarak davacıya satıldığını; davacının ancak satış bedeli olarak ödediği tutarı talep edebileceğini, esasen, taşınmazı cüz’i bir bedelle davalı idareden satın aldıktan sonra benzin istasyonu olarak kullanmak suretiyle 32 yılda satış bedelinin binlerce katı gelir sağladığını, davadaki talebin de taşınmazın rayiç değerinin çok üzerinde olduğunu, talebin kabulü halinde davacının sebepsiz zenginleşeceğini savunarak davanın reddini istemiştir.

Davalı Hazine vekili, taşınmazın kesinleşen hüküm uyarınca Hazine adına tescil edildiğini, bu nedenle Hazineye husumet düşmeyeceğini savunarak davanın reddini istemiştir.

Yerel mahkemece verilen; davalı vakıflar idaresinin davacı şirkete sattığı taşınmazın sonradan diğer davalı Hazinenin açtığı dava sonucunda onun adına tescil edilmiş olması karşısında, BK.’nun 192. maddesi uyarınca, zapta karşı tekeffül hükümleri çerçevesinde davacının uğradığı müspet zararı tazminle yükümlü bulunduğu gerekçesiyle, hakkındaki davanın kısmen kabulüne, taşınmazın davalı Hazine adına tesciline ilişkin mahkeme hükmünün kesinleştiği 9.10.2000 tarihindeki rayiç değerinden, davacının elde ettiği semerelerin düşülmesinden sonra kalan 9.680.935.595.923.- TL’nin bu davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin istemin reddine; davalı Hazine hakkındaki davanın ise husumet yönünden reddine dair karar, özel dairece yukarıdaki gerekçeyle bozulmuştur.

İstanbul İli Üsküdar Selimiye Mahallesi 296 ada, 2 parsel sayılı 119.011 metrekare mesahalı Sultan Selim-i Salis Vakfından icareli tarlanın, 1962 yılında kadastroca anılan vakıf adına tespit ve tescil edildiği; sonradan bir kısmının yola terk, kalan kısmın da iki parçaya ifraz edilerek 8 ve 10 nolu parsellerin oluşturulduğu, bilahare 10 nolu parselin de 11,12,13 ve 14 nolu parsellere ayrıldığı, bunlardan 11 parsel sayılı, 14.631 metrekare mesahalı arsa vasıflı taşınmazın, 15.8.1969 günü davalı Vakıflar İdaresince 2.048.340.- TL bedelle davacı şirkete satıldığı, bu parselin 10.1.1995 tarihinde Hazineye ait 22 nolu parsel ile tevhit edilerek 23 nolu parselin oluşturulduğu ve davacı şirketin anılan parselde 425/2400 paya sahip olduğu; Hazine tarafından 4.10.1994 tarihinde açılan ve Üsküdar Asliye 3. Hukuk Mahkemesi’nin 1994/727 esasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonucunda, 25.10.1999 gün ve 1999/804 sayılı kararla; taşınmazın, 1894 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla kurulan ve hükümdar iradesiyle de onaylanan Haydarpaşa Nümune Hastanesi Baytar Mektebi ve diğer kamu kurumlarının bulunduğu miri arazi içerisinde kaldığı, kamu alanı niteliğindeki hastane bahçesi ve tarihi eser alanlarının ortasında bulunduğu ve vakıfla hiçbir ilişkisinin olmadığı gerekçesiyle, 23 nolu parseldeki davacı şirkete ait 425/2400 payın tapu kaydının iptali ile Hazine adına tesciline karar verildiği; derecattan geçen kararın 9.10.2000 günü kesinleştiği, karara istinaden, davacıya ait taşınmaz payının 27.10.2000 tarihinde tapuda Hazine adına tescil edildiği toplanan delillerden anlaşılmaktadır. Taraflar, yerel mahkeme ve özel daire arasında da bu yönlerden bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.

Böylece, kadastro çalışmaları sonucunda 1962 yılında vakıf adına tespit ve tescil olunan taşınmazın, gerçekte vakıfla ilgisinin olmadığı ve hastane bahçesi ile tarihi eser alanlarının ortasında yer aldığı, dolayısıyla 1962 yılındaki tescilin yolsuz tescil niteliğinde olduğu, davacı şirkete 1969 yılında satılmasından sonra 2000 yılında verilip kesinleşen mahkeme kararıyla belirlenmiş ve kesin hüküm halini almıştır.

Uyuşmazlığın üzerinde toplandığı yön itibariyle, öncelikle kamu malı kavramı üzerinde durulmasında yarar vardır.

En genel tanımıyla kamu malları, Devletin veya kamu tüzel kişiliğine sahip idarelerin, kamu hizmetlerini ifa ederken kullandıkları ve yararlandıkları mallardır. Yararlanma, tahsis şekli, mahiyet gibi ölçütler çerçevesinde kamu malları çeşitli sınıflandırmalara tabi tutulmaktadır. Bir malın kamu malı niteliğinde olup olmadığı kamu hukuku düzenine, özellikle de idare hukukunun kural ve ilkelerine göre belirlenir.

Eş söyleyişle, kamu malları özel hukukun alanı dışındadır (Prof. Dr. Kemal T. Gürsoy – Prof. Dr. Fikret Eren – Prof. Dr. Erol Cansel; Türk Eşya Hukuku, Sevinç Matbaası, Ankara 1978, sayfa. 33). Akın Düren – İdare Malları-Ankara 1975 s. 40, Kemal Oğuzman – Özer Seliçi – Eşya Hukuku, İstanbul 1978 s. 14 vd.) 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nde (madde 641, 912) ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanununda (madde 715, 999) yer alan kamu malları konusundaki hükümler, değinilen kuralın istisnaları değil, onun teyidi mahiyetindeki düzenlemelerdir; bu hükümlerle kamu malları eşya hukukunun dışında bırakılmışlardır.

Kamu malları kavramına ilişkin en açık ve ayrıntılı yasal düzenleme, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16. maddesinde yer almaktadır. Bu maddede, “Kamu Malları” başlığı altında, kamunun ortak kullanımına veya bir kamu hizmetinin görülmesine ayrılan yerler ile Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan sahipsiz yerler hakkında ayrıntılı bir düzenlemede bulunulmuştur. Maddenin (A) bendi kamu hizmetinde kullanılan okul, hastane gibi yerlerin; (B) bendi kamunun yararlandığı mera, yaylak gibi orta malı taşınmazların; (C) bendi Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki kayalar, tepeler gibi yerlerin; (D) bendi de Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ormanların, kadastro çalışmaları sırasında ne şekilde işleme tabi tutulacaklarını açıklamıştır. Düren, kamu malları için şöyle bir tanım vermektedir. Kamunun doğrudan doğruya ortak yararlanmasına veya kullanılmasına doğal nitelikleri gereği açık olan (sahipsiz mallar) veya Devlet ya da kamu tüzel kişisi tarafından kanunun doğrudan doğruya yararlanmasına veya kullanılmasına tahsis edilen (Orta Malları) veyahut bir kamu hizmetinin vasıtası olmak üzere tahsis edilen mallara (Hizmet Malları) kamu malı denir. (Düren age s. 45).

Somut olay bakımından, söz konusu yasa maddesinin özellikle (A) bendindeki düzenleme önem taşımaktadır: Bu bent kapsamındaki malların baş nitelikleri, kamu hizmetinde kullanılmalarıdır ve yasa, diğer bentlerine konu olan diğer kamu mallarının tersine, bu malların, Hazine veya ilgisine göre o kamu hizmetini veren kamu kurum ve kuruluşu ya da tüzel kişisi adına tespit olunacağını, dolayısıyla, bunların mülkiyete konu olabileceklerini öngörmüştür.

Ancak, açıktır ki, bir taşınmazın, Hazine ya da ilgili kamu kurumu, kuruluşu veya tüzel kişisinin mülkiyeti altında bulunması, onun kamu malı olma niteliğini ortadan kaldırmaz.

Bir malın kamu malı olarak nitelendirilmesinin hukuksal sonuçları şunlardır: Kamu malları üzerinde özel mülkiyet kurulamaz ve bunlar kamu hizmetine tahsis olundukları, yetkili idarece kamu malı olmaktan çıkarılmadıkları sürece temlik edilemez, kazandırıcı zamanaşımı yoluyla da edinilemezler. (Gürsoy – Eren – Cansel, age. s. 35). Devlet mallarının haczine de olanak yoktur. (İcra ve İflas Kanunu, madde 82). Buradaki “özel mülkiyet kurulamaz” sözü, “gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetine giremez” şeklinde anlaşılmalıdır. Temlik edilebilmeleri için de, mutlak surette kamu hizmetine tahsis olunma niteliklerinin, yetkili organın hukuka uygun bir tasarrufu sonucunda ortadan kalkması, dolayısıyla kamu malı olma niteliğini yitirmeleri gerekir. Yetkili idare organlarınca kamu mülkü olmaktan çıkarılmış bulunmayan bir taşınmaz malın, her nasılsa açık bırakılan tapu sicilindeki kaydına iyiniyetle dayanmak veya hak kazandırıcı süre içinde elde bulundurmak yollarıyla mülk edinilmesi düşünülemez. Diğer bir ifade ile kamu malı niteliği kazanmış bir taşınmazın özel mülkiyete konu olamayacağından tapuya bağlansa bile MK. 931. maddesi bu durumda uygulanamaz. (Y.H.G.K. 30.09.1981 gün, E: 1979/1-167, K: 1981/656, Mustafa Reşit Karahasan, Türk Medeni Kanunu Eşya Hukuku, İstanbul 1977 s. 1421).

Bu sonuçlara bağlı olarak, özel daire bozma kararında ve orada atıf yapılan Hukuk Genel Kurulu’nun 21.2.1990 gün ve 1989/1-700 esas, 1990/101 kararı (özel daire bozma kararında, maddi hata sonucu Hukuk Genel Kurulu’nun bu kararının tarih ve numaraları 22.2.1990 gün 1989/1-700 esas 1998/101 karar şeklinde yazılmıştır) ve 18.10.1989 gün 1989/ 1-419 esas, 1989/528 karar sayılı kararlarında da açıklandığı üzere; kamu malı niteliği taşıyan, yetkili idari organca kamu malı olmaktan çıkarılmayan ve dolayısıyla özel mülk olarak tescile tabi bulunmayan bir taşınmazın, her nasılsa özel mülk olarak tapuya tescil edilmesi, bir “yolsuz tescil” olup, o yerin özde tescile tabi bulunmama (kamu malı olma) niteliğini değiştirmez (Yargıtay’ın bu konuya ilişkin uygulamasındaki istikrarı göstermesi açısından, Y.H.G.K.’nun 26.2.2003 gün ve E. 2003/12-116, K. 2003/111 ve 25.12.2002 gün ve E. 2002/12-1101, K. 2002/1113 sayılı kararının da aynı doğrultuda olduğu belirtilmelidir).

Tekrar ve önemle vurgulanmalıdır ki, kamu malları özel mülkler gibi devir ve temlik edilemezler; böyle durumlarda, iyiniyet veya tapu siciline güven ilkelerinin uygulama yeri de yoktur.

Somut olayda çözülmesi gereken öncelikli sorun, açıklanan bu yasal durum karşısında, davacı ile davalı vakıflar idaresi arasındaki 15.8.1969 tarihli satış sözleşmesinin hukuken geçerli olup olmadığıdır. Sözleşmenin geçerli veya geçersiz sayılması, ona bağlanacak hukuksal sonuçlarda değişiklikler yaratacaktır.

Gelinen bu noktada BK.’nun 19 ve 20. maddelerine değinilmelidir. BK.’nun 19. maddesinde, bir sözleşmenin konusunun, kanunun gösterdiği sınırlar içinde serbestçe belirlenebileceği belirtildikten sonra, “Kanunun kat’i surette emreylediği hukuki kaidelere ve kanuna muhalefet; ahlaka (adaba) veya umumi intizama yahut şahsi hükümlere müteallik haklara mugayir bulunmadıkça, iki tarafın yaptıkları mukaveleler muteberdir.” denilmek suretiyle; bir sözleşmenin geçerli olabilmesinin, kanuna ve onun kesin olarak emrettiği hukuksal kurallara, ahlaka, kamu düzenine ve kişisel hükümleri ilişkin haklara aykırı bulunmamasına bağlı olduğu hükme bağlanmıştır. Böylece, sözleşmelerin geçerlilik koşullarından biri, kısaca “kanuna aykırı olmamak” tır.

Davacı ile davalı vakıflar idaresi arasındaki satış sözleşmesinin, BK.’nun 19. maddesi anlamında kanuna aykırı bir sözleşme niteliğinde olup olmadığı, buna bağlı olarak, hukuken geçerli bulunup bulunmadığı hususu bu kural çerçevesinde değerlendirildiğinde:

Yukarıda ayrıntılı şekilde açıklandığı üzere, davalı idarenin davacı şirkete sattığı taşınmazın, baştan beri hukuksal nitelikçe bir kamu malı olduğu, üzerinde özel mülkiyet kurulması sonucunu doğuracak şekilde alım satıma konu edilemeyeceği; bu sonucu sağlamaya yönelecek şekilde sözleşmeler yapılamayacağı kuşkudan uzaktır. Başka bir ifadeyle, kanun, tüm diğer kamu malları gibi, anılan taşınmaz yönünden de bu nitelikte sözleşmeler yapılmasını yasaklamış ve sözleşme serbestisini bu yönden sınırlamıştır.

Kanunun yasakladığı bir konuda yapılan sözleşme ise, BK.’nun 19 ve 20. maddelerinin birlikte değerlendirilmesinden ve özellikle 20. maddedeki “…batıldır” sözünden çıkan sonuca göre, mutlak butlanla malüldür; eş söyleyişle, yapıldığı andan itibaren geçersizdir. Bilindiği üzere, mutlak butlan, herkes tarafından ileri sürülebilir; ileri sürülmese bile kanun dolayısıyla hüküm ifade eder ve tarafların o yönde bir istek ve itirazları olmasa dahi, hakim tarafından resen nazara alınması gerekir. Mutlak butlanın hükümleri kesindir. Mutlak butlanla batıl bir sözleşme yapıldığı andan itibaren geçersiz, olduğundan, taraflar onunla bağlı tutulamazlar. Hatta, sözleşme taraflarının, mutlak butlanla batıl olma sonucunu doğuran nedeni; somut olaydaki gibi, satım akdine konu taşınmazın kamu malı olduğu, dolayısıyla satılamayacağı hususunu bilmiyor olmalarının; dahası, böyle bir sözleşmeyi kendi aralarında geçerli saymalarının dahi sonuca herhangi bir etkisi yoktur. Yine, bu nitelikteki bir sözleşmenin ifa edilmiş olması da, anılan sonuç yönünden önem taşımaz.

Tarafların bağlı tutulamayacakları bir sözleşme, doğaldır ki, onlar yönünden hak ve borç da doğuramaz. Buna bağlı olarak, böyle bir sözleşmenin ifası istenilemeyeceği gibi, ifa edilmemesi nedeniyle uğranılan zararın tazmini de istenilemez.

Aynı gerekçeyle, kanuna aykırılık nedeniyle batıl (geçersiz) olan bir sözleşmeye konu malın, somut olaydaki gibi üçüncü kişi (Hazine) tarafından hukuka uygun neden ve yollarla tamamen zapt edilmesi halinde, BK.’nun 192. maddesinde düzenlenen, satıcının zapta karşı tekeffül borcu da gündeme gelemez. Zira, bu borç, sadece hukuken geçerli bir sözleşmeye konu malın tamamen zaptı halinde söz konusu olabilecek bir borçtur.

Geçersiz bir sözleşme nedeniyle bir tarafın karşı taraftan aldığı şey, kendisi yönünden sebepsiz zenginleşme niteliğindedir. Dolayısıyla, geçersiz sözleşmenin tarafları sadece ve ancak, o geçersiz sözleşme nedeniyle birbirlerine verdiklerini, sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayalı olarak geri isteme hakkına sahiptirler. Kural olarak, bir taraf, verdiğini geri isterken, aynı anda ve karşılıklı olarak kendi aldığını da geri vermek zorundadır. Ancak, somut olayda olduğu gibi, verdiğini geri isteyen tarafın geçersiz sözleşme nedeniyle karşı taraftan aldığı şey kendi kusuru olmaksızın elinden çıkmış, dolayısıyla iade olanağı ortadan kalkmış ise, artık, aynı anda iade koşulu aranmaz.

Sebepsiz zenginleşenin iade borcunun kapsamının denkleştirici adalet kuralı çerçevesinde belirlenmesi gerektiğine ilişkin olarak, özel daire bozma kararında vurgulanan ilkeler ve o ilkelere bağlı olarak, somut olayda geçersiz sözleşmede satıcı durumunda bulunan davalı idarenin iadeyle yükümlü bulunduğu miktarın ne şekilde belirleneceği konusunda yapılan açıklamalar, Hukuk Genel Kurulundaki görüşme sırasında çoğunluk tarafından aynen benimsenmiştir. Esasen, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun aynı doğrultuda birçok kararı mevcuttur.

Hal böyle olunca, somut olayda, davacı ile davalı vakıflar idaresi arasındaki taşınmaz satış sözleşmesinin hukuken geçersiz bulunduğunun; alıcı davacının bu geçersiz sözleşmeye dayanmak suretiyle taşınmaz değerinin kendisine tazminat olarak ödenmesini isteyemeyeceğinin, sadece ve ancak geçersiz sözleşme nedeniyle davalıya ödediği satış bedelini sebepsiz zenginleşme kuralları çerçevesinde geri isteme hakkına sahip bulunduğunun; davalı satıcının iade borcunun kapsamının da denkleştirici adalet kuralı çerçevesinde belirlenmesi gerektiğinin kabulü zorunludur.

Yerel mahkemece, aynı gerekçeye dayalı özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır; direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.

Sonuç: Davalı Vakıflar İstanbul Bölge Müdürlüğü vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve özel daire bozma kararında açıklanan nedenlerden dolayı HUMK.’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 11.6.2003 gününde oyçokluğu ile karar verildi.