Davacının bu yerin mera olmadığı tapu ve zilyetliğe dayalı olarak mülkiyet hakkına sahip olduğu iddiası üzerinde hiç durulmadan, yukarıda kendisini bağlamayacağı ve ikrar olarak kabul edilemeyeceği açıklanan bir beyanı gerekçe yapılarak, hiçbir araştırma ve inceleme yoluna gidilmeden ve davacıya hakkını yargı yeri önünde savunma imkanı verilmeden davanın görülebilme imkanının olmadığı gerekçesiyle reddedilmesi adil yargılama hakkına aykırı olup, isabetsizdir.
Taraflar arasındaki davadan dolayı, bozma üzerine direnme yoluyla; Bismil Hukuk Mahkemesinden verilen 18.12.2002 gün ve 585-649 sayılı kararın bozulmasını kapsayan ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’ndan çıkan 26.3.2003 gün, 2003/7-241 Esas, 206 karar sayılı ilamın, karar düzeltilmesi yoluyla incelenmesi davalı vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla; Hukuk Genel Kurulu’nca dilekçe, düzeltilmesi istenen ilam ve dosyadaki ilgili bütün kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, tapuya ve zilyetliğe dayalı olarak açılan kadastro tespitinin iptali ve tescili isteminden ibarettir.
Davacı, dava konusu taşınmazın Ocak 1951 tarih ve 1 nolu tapu kaydı ile babası adına kayıtlı olduğunu, aynı zamanda taşınmazın önce babasının sonra da kendisinin zilyet ve tasarrufu altında bulunduğunu, buna karşın kadastro tespiti sırasında taşınmazın mera olarak tespit edildiğini belirterek, taşınmazın kadastro tespitinin iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, Hazine temsilcisi ve Belediye Başkanlığı vekilleri davanın reddini savunmuşlardır. Mahkeme kadastro çalışmaları sırasında mahalli bilirkişi olarak imzaları bulunan kimseler ve mirasçılarının, tespit yapılan yerlerin kendilerine ait olduğunu iddia edemeyecekleri ve tespit tutanağından bu yerin mera olduğuna ilişkin beyanlarının kendilerini bağlayacağı gerekçesiyle, davanın reddine ilişkin olarak kurduğu hüküm, yukarıdaki gerekçe ile bozulmuştur.
Mahkeme önceki hükümde direnmiş, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ise, Özel Daire görüşünü aynen benimseyerek, direnme kararını bozmuştur. Davalı Hazine vekili karar düzeltme isteminde bulunmuştur.
Uyuşmazlık; kadastro tespiti sırasında yerel bilirkişi olarak görev yapan kişilerin, kadastro tespiti sırasında ki, tutanağa geçen beyanlarının, kendilerini bağlayıp bağlamayacağı noktasındadır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce davacının kadastro tespiti sırasında kadastro tutanağına geçen beyanının ikrar niteliğinde olduğu ve bu ikrarın kendisini bağlayacağı ileri sürülmüştür.
İkrar, bir tarafın, diğer tarafça ileri sürülen bir olayın doğru olduğunu bildirmesidir. Yine ikrar, yargılama usulü bakımından, açıklayan tarafından hasmın karara bağlanmasını istediği hakkın veya hukuki durumun meydana gelmesine esas olan ve hasımca ileri sürülen maddi olayların tümünün veya bir bölümünün doğru olduğunun bildirilmiş olması demektir. İkrar maddi olaylara ilişkindir. (Hukuk Genel Kurulu’nun 9.11.1955 gün 1955/4-79-78).
İkrar, bunu yapanın tek taraflı açık bir irade beyanı ile olur. Kural olarak sükut (susmak) ikrar sayılmaz.
İkrar mahkeme dışında yada mahkeme önünde yapılır. Mahkeme dışı ikrar bir kesin delil değildir. (Örn. Bir tarafın karşı tarafa yazdığı mektupta veya başka kişiler (tanıklar) önünde karşı tarafın iddia ettiği bir olayın doğru olduğunu beyan etmesi) Hakim, mahkeme dışı ikrarı doğrulayacak delil ve belirti (emare) varsa, buna dayanarak hüküm verebilir. (HUMK: m.236/4). Kaldı ki, mahkeme dışı ikrarın başka delil ve belirtilerle doğrulanması üzerine, kanaatını kuvvetlendirmek için lehine ikrarda bulunulan tarafa kendiliğinden (re’sen) yemin (HUMK: m.356) teklif edebilir. Buna göre mahkeme dışı ikrar bir takdiri delildir ve bununla ancak takdiri delillerle (Örn.tanıkla) ispat edilebilen hususlar ispat edilebilir.
Buna karşın, yargılama sırasında mahkemede yapılan ikrara mahkeme içi ikrar denilir. Mahkeme içi ikrar, bunu yapan tarafın mahkemeye karşı tek taraflı açık bir irade beyanı ile olur. İkrarın karşı tarafça kabulü gerekli değildir. Bu nedenle karşı tarafın yokluğunda da yapılabilir.
Mahkeme için ikrar sözlü yada yazılı olarak yapılabilir. Sözlü olarak yapılması durumunda tarafın ikrarı tutanağa yazılır. Tutanağın ikrara ilişkin bölümü ikrar eden tarafın önünde okunarak imza ettirilir. (HUMK: m.151). Bu husus ikrar için bir geçerlilik şartıdır. (Hukuk Genel Kurulu 24.5.1967 gün 1967/9/1378-274).
Öte yandan, bir tarafın mahkemeye verdiği dilekçesindeki ikrarının geçerli olabilmesi için, ikrar beyanının ayrıca tutanağı geçirilmesine ve kendisine okunarak imza ettirilmesine gerek yoktur. Çünkü dava evrakındaki ikrar da geçerlidir. (Prof.Dr.Baki Kuru Hukuk Muhakemeleri Usulü 6.Baskı 2001 Cilt II s.2037 vd).
Kadastro tespiti sırasında yerel bilirkişi olarak görev yapacak kişiler belirlenirken bilgi ve liyakat bakımından yeterli derecede olan kimselerin seçilmediği ve gereken özenin gösterilmediği yaşanan bir gerçektir.
Bu durumda, kadastro tutanağında beyanı ve imzası bulunan yerel bilirkişilerin bu beyanlarının bağlayıcı olmasından söz edebilmek için, tutanağın ilgili bölümünün Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasasının 151/son ve 236. maddelerinde açıklanan biçimde beyanlarının kendilerine açıkça okunması ve imzalarının alınması gerekir. Yasanın bu hükmü işlemin geçerli sayılması için bir koşuldur. İkrar gibi bir hakkın varlığı yada sona ermesine neden olabilecek bir beyanın bu şekilde uygulamaya tabi tutulmasında bir zorunluluk bulunduğu açıktır. Eş söylemle, bir kimsenin kendisi aleyhine ve ikrar niteliğindeki beyanı bu kimsenin huzurunda alenen teker teker okunmalı, onun iradesini tam aksettirip aksettirmediği bu suretle belirlenmeli, bundan sonra tutanak imzalattırılmalıdır. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.4.1968 gün 1968/T-118-253, 7.Hukuk Dairesinin 18.6.1968 gün, 1968/800-4662).
Somut olaya baktığımız da; davacı kadastro tespiti sırasında yerel bilirkişi olarak bulunmuş ve tutanakları toplu olarak ve kendisine okunmadan imza ettirildiğini beyan etmiş, gerek kadastro tutanağı içeriğinden gerekse dosya kapsamından, bunun aksi, yani, davacının bu yerin mera olduğuna dair beyanının, kendisine alenen ve teker teker okunup sonuçlarının açıklanması yönünden de bir işlemin yapılmadığı, anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, ikrarın geçerlilik koşulu olan ikrar beyanının ilgilisine açıkça okunup-okunmadığı ve onun iradesini tam olarak aksettirip aksettiremediği açık olmayan bir beyanın, ikrar olarak değerlendirilip buna kesin sonuç bağlanması uygun görülmemiştir. Somut olayın adil yargılanma hakkı bakımından irdelenmesine gelince;
Çağdaş tüm hukuk sistemlerinde adil yargılanma hakkı; hukukun varlık nedeni, yargılamanın gerçek işlevi ve amacı olan adalete ulaşmanın tek ve güvenilir yolu olarak kabul edilmektedir. Gerçekten hukuk devleti olmanın, hukukun üstünlüğünü sağlamanın, insan hak ve özgürlüklerini koruyup teminat altına almanın temel koşulu adil yargılanma hakkıdır. Adil yargılanma hakkı hukukçularca, hakkaniyete uygun yargılanma, doğru, güvenlikli yargılanma, düzgün yargılanma gibi çeşitli şekillerde isimlendirilmekte ise de tüm bu tarif ve tanımlar aynı amacı, aynı anlamı ifade etmektedirler. Adil yargılanma hakkı tüm hak ve özgürlükler gibi tarihin seyri içerisinde uzun bir evrim geçirmiş, bugün dahi birçok ülkede henüz tam anlamıyla kabul edilebilir ve uygulanabilir bir duruma gelememiştir.
Adil yargılanma hakkı ile ilgili bazı hükümler ilk defa 1215 yılında İngiltere’de kabul edilen Büyük Özgürlük Fermanı’nda (Magna Charta Libertatum) yer almış 1628-1689 tarihli haklar bildirgelerine girmiş, 1776 yıllarında kabul edilen Virjinya İnsan Hakları Bildirgesinde yine adil yargılama hakkının bazı hükümlerine yer verilmiş, 1789 tarihinde ise Fransa İnsan ve Yurttaş Bildirgesinde adil yargılama hükümleri daha anlamlı bir içerik kazanmıştır.
Adil yargılanma hakkı, öteki insan hak ve özgürlükleri gibi totaliter devletler tarafından çiğnenmesi sonucu özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra yapılan çalışmalar ve imzalanan uluslararası sözleşmelerle, bildirilerde yer alan soyut bir kavram olmaktan çıkarılarak somutlaştırılıp hayata geçirilmiş, ayrıca devletlerin iç hukukunun bir sorunu olmaktan çıkarılarak uluslararası bir nitelik ve güvenceye kavuşturulmuştur. Bunların en önemlileri aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 50 devlet tarafından 26 Haziran 1945 tarihinde imzalanan Birleşmiş Milletler Anlaşması, ve anlaşmayla, korunan hak ve özgürlüklere kapsam ve içerik kazandıran 16 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’dir. Bu bildirgenin 8, 9, 10 ve 11. maddeleri adil yargılanma hakkına ayrılmıştır. Söz konusu bildiri daha sonraki tarihlerde medeni ve siyasal haklara ilişkin uluslararası sözleşme, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin sözleşme ve işkence ve diğer zalimce insanlık dışı veya küçültücü davranış ve cezaya karşı sözleşme gibi sözleşmelerle somutlaştırılıp açıklığa kavuşturulmuş, sınırlı olsa da bu haklara güvence ve denetim sağlanmıştır.
Birleşmiş Milletler nezdinde insan hak ve özgürlüklerine ilişkin kabul edilen belgeler birbirini takip ederken ve denetim mekanizmaları oluşturulurken Avrupa’da da 1949 yılında Avrupa Konseyi kurulmuş, aynı yıl Türkiye bu Konseye üye olmuştur. Avrupa Konseyi “İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasını ve Daha İleri Düzeyde Gerçekleştirilmesini” en önemli amaçlarından biri olarak kabul etmiştir. Avrupa Konseyinin kurulmasından kısa bir süre sonra 04.11.1950 tarihinde aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 15 ülke tarafından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi imzalanıp 3.9.1953 tarihinde 10 devletin onay vermesiyle yürürlüğe girmiştir. Bilindiği gibi Türkiye’de 18.5.1954 tarihinde bu sözleşmeyi çekince koymadan onaylamıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin amacı insan hakları evrensel bildirisinde yer alan temel kişisel ve siyasal hakların Avrupa Konseyi kapsamında tanınması, uygulanması ve uluslararası güvenceye kavuşturulmasıdır. Daha sonraki sözleşme ve protokollerle kısmen değiştirilip genişletilen ve geliştirilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi adil yargılanma hakkına ayrılmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi adil yargılanma hakkının gerçekleşmesi için asgari standartları belirlemiş, Türkiye bu sözleşmeye ve eki protokollere katılmakla bu standartları kendi vatandaşlarına sağlama yükümlülüğü altına girmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinin 1. fıkrası kişiye, bir hukuk veya ceza davasının kanunla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından makul bir süre içerisinde adil ve açık olarak görülmesini isteme hakkı tanımıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinin 1.fıkrasına göre bu unsurlar “yasal, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme”, “makul bir süre içinde davanın sona erdirilmesi” “aleni surette yargılama” “davanın hakkaniyete uygun dinlenilmesi” olarak sıralanabilir. Bu unsurlar madde metninde açıkça yer almakta olup, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (Divan) içtihatlarıyla ortaya çıkan ve zımnen sözleşmede varlığı kabul edilen unsurlar ise, “mahkeme önünde hak arama özgürlüğü,” “taraflar arasında silah eşitliği”, “yargılamada yüze karşılık (vicahilik)” gibi ilkelerdir. Madde metnine göre adil yargılanmadan söz edebilmek için, yargılamanın bütününü dikkate almak gerekir. Buradan hareketle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi çeşitli nedenlerle yargı organına başvuru hakkının engellenmesi halinde adil yargılanma hakkının engellendiği, dolayısıyla adil yargılanma hakkının ihlâl edildiği sonucuna varabilmektedir. Bu açıklamaların ışığında adil yargılanma hakkının tanımı şu şekilde yapılabilir; Adil yargılanma hakkı, imkanlar ölçüsünde uyuşmazlığın, taraflar arasında fark gözetmeksizin iddia ve savunmaların eşit ve karşılıklı yapıldığı dürüst bir yargılamadır. (Prof.Dr.Süheyl Donay. İnsan Hakları Açısından Sanığın Hakları ve Türk Hukuku İstanbul 1982.s.39 vd).
Doğru bir yargılanmadan bahsedilebilmek için öncelikle taraflara dava açabilme ve uyuşmazlıklarını yargı yerleri önünde çözme hakkının tanınması gerekir. Mahkeme önünde hak aramanın doğrudan doğruya yasa ile kısıtlanması ya da dava açma hakkını imkansızlaştıracak şartların mevcut olmaması gerekmektedir. (Prof.Dr.Tekin Akıllıoğlu İnsan Hakları-1 Kavram Kaynakları ve Kurma Sistemleri Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İnsan Hakları Merkezi Yayını Ankara 1995 s.314). Mahkeme önünde hak aramanın pahalı ve masraflı olması nedeniyle güçleşmesi gibi konular da, bu konu gibi içtihatla belirlenen aykırılık nedenleridir.
Dava hakkının mevcudiyetinden bahsedebilmek için yargılama makamının iddiayı her yönüyle incelemek ve esası hakkında karar vermek yetkisine sahip olması gerekmektedir. Burada sözü, edilen mahkeme görevli olduğu konuları daha önceden belirlenmiş usul kurallarına uygun olarak ve hukuk kuralarına dayanarak zorla yerine getirebilme gücüne sahip karar verebilen makamdır. (Prof.Dr.Feyyaz Gölcüklü-Prof.Dr.Şeref Gözübüyük AİHS. Başvuru Hakkı Ankara 1992 s.217 vd). Bunun gibi, mahkemenin daha önceden yasal olarak kurulan bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olması gerekir. (Yrd. Doç. Dr. M. Refik Korkusuz Uluslararası Belgelerde ve Türk Anayasası’nda Temel Hak ve özgürlükler. İstanbul 1998 s:103 vd).
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uluslararası insan hakları normlarını güvenceye bağladığı gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Türkiye tarafından onaylanıp yürürlüğe konulmuş, uluslararası bir sözleşmedir. Anayasamızın 90. maddesi hükmüne göre bu sözleşme kanun hükmündedir.
Adil yargılanma hakkına ilişkin kurallar anayasamızın 9, 19, 36, 37, 38, 138, 139, 140, 141, 142 ve 159. maddeleriyle öteki bir kısım yasalarda düzenlenmiştir.
Burada yeri gelmişken konu ile doğrudan ilgili olan Anayasanın 36. maddesinden bahsetmekte yarar vardır. Bu maddeye göre; “herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma (3.10.2001 gün 4709/14 sayılı Yasa ile eklenen ibare) ile adil yargılama hakkına sahiptir.
Burada açıkça görüleceği üzere adil yargılanma hakkının temel unsurları ve bu arada dava ve uyuşmazlıkların yargı mercileri önünde çözümlenmesini isteme hakkı güvence altına alınmıştır. (Yrd. Doç. Dr. M. Refik Korkusuz. Uluslararası Belgelerde ve Türk Anayasası’nda Temel Hak ve Özgürlükler. İstanbul 1998 s.277).
Anayasamızda yer alan bu hükümle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde yer alan yargılanma hakkı bir Anayasa hükmü haline getirilerek iç hukukumuzdaki mevzuatın Avrupa Birliği mevzuatı ile uyumu sağlanmış ve yurttaşların adil yargılanma hakkı tam bir Anayasal güvenceye kavuşturulmuştur.
Bu açıklamalar ışığında somut olayı değerlendirdiğimizde, davacının bu yerin mera olmadığı tapu ve zilyetliğe dayalı olarak mülkiyet hakkına sahip olduğu iddiası üzerinde hiç durulmadan, yukarıda kendisini bağlamayacağı ve ikrar olarak kabul edilemeyeceği açıklanan bir beyanı gerekçe yapılarak, hiçbir araştırma ve inceleme yoluna gidilmeden ve davacıya hakkını yargı yeri önünde savunma imkanı verilmeden davanın görülebilme imkanının olmadığı gerekçesiyle reddedilmesi adil yargılama hakkına aykırı olup, isabetli olmamıştır.
O halde mahkemece işin esasına girilip Özel Dairenin bozma kararı doğrultusunda araştırma yapılması ve sonucuna göre taşınmazın konumu ve niteliğinin belirlenip karar verilmesi gerekir. Bu yönden karar düzeltme istemi de yerinde değildir.
Sonuç: Bu nedenlerle düzeltilmesi istenen Hukuk Genel Kurul ilamında gösterilen gerektirici nedenlere göre, HUMK: nun 440.maddesinde yazılı sebeplerden hiç birisine dayanmayan ve yerinde olmayan karar düzeltme isteğinin REDDİNE, 3506 sayılı Yasa’nın 4.maddesinin b-1 fıkrası hükmüne göre takdiren (86.000.000) lira para cezasının düzeltme isteyenden alınmasına, 2.7.2003 gününde oyçokluğu ile karar verildi.