Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2675 K: 2021/535 T: 29.04.2021

Her ne kadar mahkemece davalı belediyenin fazla kullanımının bulunduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş ise de, taşınmaza ait özel parselasyon krokisinin bulunup bulunmadığı araştırılmadan, fiili kullanım ve fiili taksim durumu kesin olarak tespit edilmeden eksik incelemeye dayalı olarak hüküm kurulmuştur.

Taraflar arasındaki “kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Gaziantep 3. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar, davalı … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 5. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. Direnme kararı davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanunla değişikliği öncesi hâliyle 438. maddesinin ikinci fıkrası gereğince direnme kararlarının temyiz incelemesinde duruşma yapılamayacağından davalı … vekilinin duruşma isteğinin reddine karar verildikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ

Davacı İstemi: Davacılar vekili dava dilekçesi ile; Gaziantep ili Şehitkamil ilçesi Karacaoğlan mahallesi, 844 ada 378 parselde kayıtlı taşınmazda murisleri Bilal Lalesoy’un 1015/87760 hisseli malik olduğunu, taşınmazın bulunduğu yere Bilal Lalesoy’un ölümünden sonra uzun süre gitmediklerini, ancak kısa bir süre önce arsalarını kontrol etmek için gittiklerinde davalı …’nın yol ve park, diğer davalı kurum olan Gaziantep Büyükşehir Belediyesi GASKİ Genel Müdürlüğü’nün ise su deposu yapmak suretiyle el attıklarını ve hiçbir şekilde kamulaştırmaya ilişkin hükümleri yerine getirmediklerini belirterek şimdilik her bir davalıdan 4.000TL olmak üzere toplam 8.000TL’nin fazlaya ilişkin talep ve dava hakları saklı kalmak kaydı ile dava tarihinden itibaren işletilecek yasal faizi ile birlikte davalılardan tahsili ile müvekkillerine miras hisseleri oranında verilmesine karar verilmesini talep etmiş, 08.02.2012 harç tarihli ıslah dilekçesi ile taleplerini 27.907,87TL’ye yükseltmiştir.

Davalı Cevabı:

  1. Davalı GASKİ GenelMüdürlüğü vekili cevap dilekçesi ile; davacıların payına elatmanın söz konusu olmadığını iddia ederek davanın reddini istemiştir.
  2. Davalı … vekili cevap dilekçesi ile; dava konusu taşınmazın imar durumuna göre yol, park, otopark alanlarına isabet eden ham kadastro parseli olduğunu, dava konusu taşınmazın üzerinde davacıların kullanabileceği kadar yer bulunduğunu, taşınmazda 2754 m2’lik boş alan bulunduğunu, dava konusu taşınmazın ilk maliklerinden olan taşınmaz maliklerinin kendi aralarında geçiş yolu bırakması nedeniyle yol olarak bırakılan yerler için dava açamayacaklarını, imar düzenlemesi yapılması hâlinde % 40 düzenleme ortaklık payı (DOP) bile taşınmazdaki yol vs. alanlarını fazlasıyla karşılayacak miktarda olduğunu, ayrıca Gaziantep 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2009/345 E. sayılı dosyası ile dava açıldığını ve davanın reddine karar verildiğini, dosyanın hâlen kesinleşmeyip derdest olduğunu, davacının talebinin fahiş olduğunu ileri sürerek davanın reddini istemiştir.

Mahkeme Kararı: Gaziantep 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 20.12.2012 tarihli ve 2011/186 E. 2012/849 K. sayılı kararı ile; dava konusu taşınmazda davacılar murisinin hissedar olduğu, belediye yazısına göre 1/1000 ölçekli imar planı içinde bulunduğu, davalı belediyeye şuyulandırmanın 3 ay için de tamamlanması için kesin süre verilmiş ise de bu süre içinde şuyulandırma işlemlerinin tamamlanmadığı, dava konusu taşınmazda davalı GASKİ Genel Müdürlüğü’nün fazla kullanımının söz konusu olmayıp, davalı belediyenin fazla kullanımının bulunduğu gerekçesiyle davalı GASKİ Genel Müdürlüğü’ne yönelik davanın reddine, davalı …’na yönelik açılan davanın kabulüne karar verilmiştir.

Özel Daire Bozma Kararı: Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı … vekili temyiz isteminde bulunmuştur. Yargıtay 5. Hukuk Dairesince 29.04.2014 tarihli ve 2014/7684 E. 2014/11682 K. sayılı kararı ile; “…1)Kamulaştırma Kanununun 35. maddesi uyarınca, imar mevzuatı gereğince düzenlemeye tabi tutulan parsellerden Düzenleme Ortaklık Payı karşılığı olarak bir defaya mahsus alınan yol, yeşil saha ve bunun gibi kamu hizmet ve tesislerine ayrılan yerlerle özel parselasyon sonunda malikinin muvafakatı ile kamu hizmet ve tesisleri için ayrılmış bulunan yerler hakkında eski malikleri tarafından mülkiyet iddiasında bulunulamaz ve karşılığı da istenemez.

Dosyada bulunan kanıt ve belgeler ile mahallinde yapılan keşif sonucu alınan krokili fen bilirkişisi raporundan, taşınmazdan geçen yolların tapu malikleri arasında yapılan fiili taksim sonucunda rızaları ile terk edildiği anlaşıldığından, Kamulaştırma Kanununun 35. maddesi gereğince davanın reddine karar verilmesi gerektiği düşünülmeden kabulüne karar verilmesi,

2) Kabule göre de; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. maddesinde değişiklik yapan ve 11.06.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6487 sayılı Yasanın 21.maddesi ile “kamulaştırmasız el atmadan kaynaklanan tazminat davalarında mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekalet ücretleri bedel tespit davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir. … açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.” hükmünün getirilmiş olduğu gözetildiğinde, harç ve vekalet ücretinin maktu olarak hüküm altına alınması gerektiği…” gerekçesiyle kararın bozulmasına karar verilmiştir.

Direnme Kararı: Gaziantep 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 18.06.2015 tarihli ve 2015/297 E. 2015/494 K. sayılı kararı ile; dava konusu taşınmazın tapu kaydında tarla olarak gözüktüğü, tamamında yapılaşma mevcut olup imar planına 23/03/193 (1993) tarihinde alındığı, taşınmazın kadastro parseli olup, imar mevzuatına göre düzenleme yapılmadığı ve davacıların murisi Bilal Lalesoy’un zeminde kullandığı yer olmadığı gibi yerinin de belli olmadığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi: Direnme kararı süresi içinde davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacılar murisinin 1015/87760 hissesinin bulunduğu dava konusu taşınmaza ilişkin eldeki davada, taşınmazdan geçen yolların tapu malikleri arasında yapılan fiili taksim sonucunda rızaları ile terk edildiğinin kanıtlanıp kanıtlanamadığı, davalı belediyenin taşınmaza kamulaştırmasız el atıp atmadığı noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE:

Konunun açıklığa kavuşturulması için öncelikle kamulaştırmasız el atma kavramı ve ilgili yasal düzenlemelerin incelenmesinde yarar bulunmaktadır.

Kamulaştırmasız el atma müessesesi, mülkiyet hakkının özüne dokunan bir işlemdir. Kamulaştırmada, yöntem olarak Anayasa ve kanunlara uygun bir kamulaştırma işlemi yapılması söz konusu iken, kamulaştırmasız el atmada usulüne uygun bir kamulaştırma işleminden söz edilmesi olanaklı değildir.

Ancak kamulaştırmasız el atma ile kamulaştırmanın konu, amaç ve yetki yönüyle benzer yönleri bulunmaktadır. Her iki müessesenin de oluşması için, kamulaştırma yapmaya yetkili devlet kamu tüzel kişileri veya kamu kurumları tarafından kamulaştırma işleminin yapılması veya kamulaştırmasız el konulmuş olması gereklidir. Kamulaştırmasız el atmada da, kamulaştırmada olduğu gibi, taşınmazın edinilmesinde kamu yararının bulunması zorunludur. Gerek kamulaştırmanın gerekse kamulaştırmasız el atmanın konusu sadece özel mülkiyette bulunan taşınmaz mallardır.

Yukarıda açıklandığı üzere, kamulaştırmasız el atma müessesesi mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip olmakla birlikte, çağdaş bir yaklaşımla ve sosyal devlet ilkesi gereği olarak uygulamada, taşınmaz malikine, dava yoluyla mülkiyetin bedele çevrilmesi ya da idarenin hakkın özünü zedeleyen el koyma eylemine son verilmesi yolu açılmıştır.

Kamulaştırmasız el atma hâlinde kamu kurumu, Kamulaştırma Kanunu’na uygun hareket etmeden, ferdin malını elinden almış olması sebebiyle kanunsuz bir harekette bulunmaktadır. Bu bakımdan dava, mülkiyete tecavüzün önlenmesi veya haksız fiil neticesinde meydana gelen zararın tazmini davasıdır (11.02.1959 tarihli ve 1958/17 E. 1959/15 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçesinden).

Modern mülkiyet anlayışında mülkiyet hakkı yetki ve ödevlerden oluşmaktadır. Malikin hem yetkileri hem de yakınlarına ve topluma karşı ödevleri bulunmaktadır. Hakkın kapsamında yer alan ödevler, mülkiyet hakkına yabancı, ona dıştan ve sonradan yükletilen sınırlamalar olarak kabul edilmemeli, aksine bunları, kamu yararı amacıyla malike yükletilen ve mülkiyet hakkını oluşturan ödevler olarak düşünmelidir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Mülkiyet ancak kanunla ve kamu yararı amacı ile sınırlandırılabilir. Başka bir deyişle, kanun koyucunun malikin yetkilerini sınırlamak yetkisi, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın (Anayasa) 35. maddesinin 2. fıkrasında sınırlandırılmıştır. Bu sınırlandırmanın özü “kamu yararı”, şekli ise “kanun” dur. Kanun koyucunun mülkiyet üzerinde yaptığı sınırlamalar bu hakkın özüne dokunamaz.

Anayasa’da modern mülkiyet anlayışı benimsenmiştir ve mülkiyet hakkına saygılı ve bu hakkı koruyan bir rejimi öngörmektedir.

Anayasa’nın, “Mülkiyet hakkı” başlıklı 35. maddesi:

“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

düzenlemesini getirmiştir. 35. maddede mülkiyet hakkı üç aşamalı bir anlatımla açıklanmıştır:

Birinci fıkrasında “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir” denilerek bu hakkın varlığı anayasal bir hak olarak saptanmıştır. Böyle bir hak sahibi bu şeylerin mülkiyetini kazanabilir. Ona sahip olabilir. Mülkiyetinde olan şeyi dilediği gibi kullanabilir. Başkalarının o şeye el koyması durumunda onun el koymasının önlenmesini ve bu hakkının korunmasını dava yolu ile isteyebilir. Mülkiyet hakkının bu görünümü kural olarak sınırsız ve kısıtlamasızdır. Kutsal, sınırlamasız ve kısıtlamasız görünen bu hak anılan maddenin 2. ve 3. fıkraları ile genel bir sınırlamaya bağlı kılınmıştır.

İkinci fıkra uyarınca: “Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir”. Demek ki kamu yararı olan yerde veya bu amaçla kullanma gereksiniminde mülkiyet hakkı sınırlanabilir. Ancak bu sınırlama da kanunla yapılabilir. Kanunsuz olarak burada kamu yararı vardır, denilerek herhangi bir kamu kurumu veya tüzel kişisi mülkiyet hakkına herhangi bir sınırlama koyamaz. Öyle ise bu fıkranın içeriğine göre ancak kamu yararı bulunduğu durumlarda ve kanuna tutunarak sınırlama yapılabilir, yasal bir dayanak olmadan kamu yararı olsa bile mülkiyet hakkına el uzatılamaz. Kanunun olanak tanıdığı yerde de kamu yararı bulunmalıdır.

Anayasa’nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında kastedilen kamu yararı nedeniyle mülkiyet hakkının sınırlanması, 46. maddede “Kamulaştırma” olarak ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. Anılan madde “Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hâllerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir.

Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hâllerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.

Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her hâlde peşin ödenir.

İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.” hükmünü içermektedir.

Ancak anılan maddede öngörülen koşullar gerçekleştiğinde, mülkiyet hakkına sınırlama getirilmekte ve karşılığı ödenmek suretiyle malı elinden zorla alınmaktadır.

Anayasa’nın 35. maddesinin 3. fıkrası, mülkiyet hakkına bir sınırlama daha koymuştur. Bu fıkrada, “Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” ifadeleriyle, mülkiyet hakkı sahibine kendi kendini sınırlaması koşulunun ne olduğunu göstermiştir.

Dikkat edilecek olursa; Anayasa’da mal sahibinin kullanma hakkı, 35. maddenin 2. fıkrasında “kamu yararı”, 3. fıkrasında “toplum yararı” ile sınırlanmış ise de; her iki durumda da, taşınmazın mülkiyetine el uzatılamamakta, sadece kullanma hakkının hangi sınırlarla bağlı olduğu ifade edilmektedir.

Yine Anayasa’nın “mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını” içeren 35. maddesi ile 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 683. maddesi (mülga 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi m. 618) hükümlerinin birlikte incelenmesinden varılan sonuç, Türk hukukunda mülkiyet hakkının sosyal (modern) mülkiyet anlayışıyla düzenlenmiş olduğudur.

Türk Kanunu Medenisi ve bu Kanunu ilga eden TMK’nın Dördüncü Kitabında ilkin, mülkiyet hakkı düzenlenmiş; ne var ki 683. madde (Türk Kanunu Medenisi m. 618) ile bir tanım verilmemiş, sağladığı yetkilerin belirtilmesiyle yetinilmiştir.

TMK’nın “Mülkiyet hakkının içeriği” başlıklı 683. maddesine göre; “Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Malik, malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi, her türlü haksız elatmanın önlenmesini de dava edebilir.”

TMK’nın 683. maddesi (Türk Kanunu Medenisi m. 618) uyarınca, malik, eşya üzerinde ancak hukuk düzeninin sınırları içinde tasarruf edebilecektir. Dolayısıyla mülkiyet, kişilere, eşya üzerinde en geniş yetkiler sağlamakla birlikte, ödevler de yükleyen bir hak olarak kabul edilmektedir. Bu hak, malikin gerek yetkilerini ve gerekse komşularla topluma karşı olan ödevlerini kapsamakta, böylece mülkiyetin özü, yetki ve ödevlerden oluşmaktadır.

Mülkiyet hakkının olumlu içeriğine göre malik, eşyayı eylemli olarak dilediğince kullanma, ondan ve semerelerinden yararlanma, eşyayı zilyedinde bulundurma, satış, bağışlama, nesnel haklar kurma, kişisel haklarla sınırlama gibi, eşya üzerinde dilediğince tasarrufta bulunma yetkileriyle donatılmıştır.

Malikin eşya üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş bulunmaktadır. TMK’nın 683. maddesine (Türk Kanunu Medenisi m. 618) göre malik, eşyayı hukuka aykırı olarak elinde bulunduran ya da eşyaya el koyan kişilerden onun geri verilmesini isteyebileceği gibi, yine hukuka aykırı olarak zilyetliğine yapılan el koymaların önlenmesini, taşkınlıkların giderilmesini de isteme hakkına sahiptir.

Bu suretle, mülkiyet hakkının sağladığı yetkilerin müeyyidesi olan dava hakları malike tanınarak mülkiyet korunmuştur. Kanunun deyimiyle, “istihkak ve elatmanın önlenmesi” istemleri mülkiyet hakkından doğup, varlıklarını mülkiyet hakkına ayrılmaz bir biçimde bağlı olarak sürdürürler.

Mülkiyet hakkının içeriğine giren ödevler ise; yapmama, katlanma ve yapma ödevleridir. Komşuluk hukukuna ilişkin ödevler yapmama ödevine, kar, yağmur ve tutulamayan kaynak sularını kabule zorunluluk katlanma ödevine, taşınmaz mallar için vergi, resim ve harç ödeme yükümlülüğü de yapma ödevine örnek olarak gösterilebilir.

Bütün bu anlatılanların ortaya koyduğu sonuç şudur; mülkiyet, toplum yararı ile sınırlı, sahibine gerek yetki ve gerekse ödevler yükleyen kamu ve özel hukuk karakterli kendine özgü bir haktır.

O hâlde malik mülkiyet hakkına dayanarak, mülkiyete ilişkin yetkilerin kullanılmasında, hukuksal bir nedene dayanılmadan üçüncü kişilerin engellemesi ile karşılaştığı takdirde, el atmanın önlenmesi davası açabilecektir. Açıktır ki, bu gibi davranışlarla ihlal edilen, Anayasal ve yasal bağlamda teminat altına alınmış bulunan, mülkiyet hakkıdır.

Burada davranışların haksız olması ve bir hakka dayanmaması yeterli olup, kusurun bulunması gerekli değildir. Malikin, mülkiyet hakkını, engellemenin varlığını ve nedensellik bağının bulunduğunu ispatlaması gerekli ve yeterlidir (Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 tarihli ve 2010/5-662 E. K:2010/651 K. sayılı kararı).

Öte yandan, Türkiye’nin 18 Mayıs 1954 tarihinde onaylamış olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) başlangıçta mülkiyete ilişkin bir kural içermemekle birlikte, sözleşmenin yürürlüğe girmesinden önce mülkiyet hakkının da yer almasına yönelik bir protokol oluşturulmuş ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’ye Ek Protokol imzalanmıştır.

AİHS Eki Birinci Protokolün “Mülkiyetin Korunması” başlıklı 1. maddesinde:

“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”

şeklinde bir düzenlemeye yer verilmiştir.

Buna göre protokolün birinci maddesi mülkiyetin korunmasını düzenlemekte olup; bu madde üç kuraldan oluşmaktadır. Bu kuralların ilki mülkiyet hakkına saygı duyulması biçiminde genel ilkedir. İkincisi mülkiyet hakkından kamu yararı nedeniyle hukuka uygun olarak yoksun bırakılmasının meşruluğu ilkesidir ve nihayet üçüncüsü, mülkiyet hakkının kamu yararına uygun olarak kullanılmasının düzenlemesinin yine meşru bir müdahale sayılacağı ilkesidir.

Bu bağlamda kamulaştırmasız el koyma iddiaları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde ileri sürüldüğü zaman, mahkeme meşru müdahalelerin olup olmadığını incelemekte, meşru bir müdahale yoksa mülkiyet hakkına saygı duyulmadığına ve hakkın ihlal edildiğine karar vermektedir.

Diğer yandan, 16.5.1956 tarihli ve 1956/1 E. 1956/6 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da;

“Usulü dairesinde istimlak muamelesine tevessül edilmeksizin gayrimenkulü yola kalbedilen şahsın, esas itibariyle, gayrimenkulünü yola kalbeden amme hükmi şahsiyeti aleyhine meni müdahale davası açmağa hakkı olduğuna, ancak dilerse bu fiili duruma razı olarak, mülkiyet hakkının amme hükmi şahsiyetine devrine karşılık gayrimenkulünün bedelinin tahsilini de dava edebileceğine ve isteyebileceği bedelin de mülkiyet hakkının devrine razı olduğu tarih olan dava tarihindeki bedel olduğuna 16.05.1956 tarihinde ilk toplantıda ittifakla karar verildi.”

şeklinde bir değerlendirme yapıldığı görülmektedir.

Yine Yargıtay’ın 16.5.1956 tarihli ve 1954/1 E., 1956/7 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında, “Usulü dairesinde istimlak muamelesine tevessül edilmeksizin gayrimenkulü yola kalbedilen şahsın, gayrimenkulünün bedelinin tahsiline ilişkin olarak, gayrimenkulünü yola kalbeden hükmü şahsiyeti aleyhine açacağı bedel davasında müruruzamanın mevzuubahis olamayacağına ve hu itibarla da, hadisede Borçlar Kanunu’nun 66. maddesinin tatbik kabiliyeti bulunmadığına…” karar verilmiş, kamulaştırmasız el koyma hâlinde açılacak bedel davalarının zamanaşımına bağlı olmadığı belirtilmiştir.

Mülkiyet hakkına ve kamulaştırmasız el atmaya ilişkin bu açıklamalardan sonra somut olaya bakıldığında; UYAP üzerinde yapılan incelemede tapu kaydında dava konusu 844 ada 378 parsel sayılı taşınmazın pasif göründüğü, imar uygulamasına tabi tutulduğu anlaşıldığından, bu parselin hangi imar parsellerine gittiği tapu müdürlüğünden sorularak, gittiği imar parsellerinin (tedavülünü de gösterir şekilde) tüm malikleri gösterir şekilde güncel tapu kayıtları getirtilerek yeni oluşan fiili duruma göre değerlendirme yapılması zorunludur. Zira dava konusu 844 ada 378 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydı kapatılmışsa, işlerliğini yitiren pasif gözüken tapu kayıtları üzerinden hüküm kurulamayacağı izahtan varestedir.

Güncel tapu kaydının getirtilmesinden sonra dava konusu 844 ada 378 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki durumunun aktif olduğunun anlaşılması hâlinde ise;

Her ne kadar mahkemece davalı belediyenin fazla kullanımının bulunduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş ise de, taşınmaza ait özel parselasyon krokisinin bulunup bulunmadığı araştırılmadan, fiili kullanım ve fiili taksim durumu kesin olarak tespit edilmeden eksik incelemeye dayalı olarak hüküm kurulmuştur.

Bu durumda mahkemece öncelikle, taraflardan, ilgili tapu müdürlüğü ile kadastro müdürlüğünden dava konusu taşınmaza ait özel parselasyon krokisi olup olmadığı sorularak, var ise, kroki ve belgeler getirtildikten sonra keşif kararı verilmesi, dava konusu taşınmazın diğer paydaşları dinlenmek suretiyle taşınmazda fiili taksim yapılıp yapılmadığı, fiili kullanım nedeniyle hâlihazırdaki yolun özel parselasyonda yol olarak bırakılıp bırakılmadığı, fiili taksim varsa davacılar murisine taksimde bir yer düşüp düşmediği kapsamlı şekilde araştırılarak sonucuna göre hüküm kurulması gerekmektedir.

Hâl böyle olunca direnme kararı yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerle bozulmalıdır.

SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle; Davalı … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, Aynı Kanun’un 440/1-III. maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 29.04.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın