İdare tarafından kıyı kenar çizgisi belirlenmiş ve yazılı bildirime rağmen yasal süresinde idari yargıya başvurulmaması nedeniyle yargı yolunun kapanmış olması veya idari yargı tarafından verilip kesinleşmiş karar bulunması durumlarında, bunlara uygun şekilde kıyı kenar çizgisinin adli yargı tarafından saptanması gerektiği
İÇTİHADI BİRLEŞTİRME İSTEMİ
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi Üyesi Cemil Çetiner 26.5.1993 ve Anamur Kadastro Hakimi Rahime Akar 31.1.1995 günlü başvurularıyla; 3621 sayılı Kıyı Kanunu uyarınca kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi konusunda 1, 7, 8, 14 ve 17. Hukuk Daire’lerinin kararları arasında aykırılık bulunduğunu ileri sürerek, bu aykırılığın inançları birleştirme yoluyla giderilmesini istemişlerdir.
Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu’nun 7.11.1996 gün ve 9 sayılı kararıyla; kıyı kenar çizgisinin belirlenmesine ilişkin olarak Birinci, Yedinci, Sekizinci, Ondördüncü, Onaltıncı, Onyedinci ve Yirminci Hukuk Dairelerinin kararları arasında, mevcut ve devam eden açık bir aykırılık bulunduğu belirlenerek bu aykırılığın Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunda giderilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Yargıtay Kanununun 45. maddesi uyarınca, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunda; kararlar arasında içtihad aykırılğının varlığı ilk oturumda oybirliği ile kabul edilerek, işin esasının görüşülmesine geçilmiştir.
İÇTİHADI BİRLEŞTİRMEYE KONU OLAN KARARLAR
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 27.2.1992 günlü 13615-2294 sayılı ilamında; 3621 sayılı Kanun gereği idari işleme dayalı kıyı kenar çizgisinin varlığı halinde, uyuşmazlığın buna göre aksi halde, sözü edilen Yasanın 5. maddesinin komisyona zorunluluk yüklemesi nedeniyle, davacıya, Valiliğe başvurmak üzere önel verilmesi ve verilecek bu önel uyarınca yapılacak tesbit sonucuna göre çözümlenmesi gerektiğini hükme bağlamış, 14.Hukuk Dairesi de 11.7.1991 günlü 501-671 sayılı ilamında yukarıda belirtilen görüşü aynen benimsemiştir. Yedinci Hukuk Dairesi 26.1.1993 günlü, 1990/5847 E:, 1993/469 K: sayılı ilamında; Birinci ve Ondördüncü Hukuk Dairelerinin görüşleri doğrultusunda sonucu ulaşmıştır.
Bunlara karşın Sekizinci Hukuk Dairesi, 14.12.1992 günlü, 17095-16240 sayılı kararında; 3621 sayılı Yasa uyarınca, belirlenen kıyı kenar çizgisinin mülkiyet uyuşmazlıklarında, adli mahkemeleri bağlamayacağını, bu çizginin 13.3.1972 günlü, 7/4 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile 3621 sayılı Kıyı Kanunundaki esaslara göre adli mahkemelerce belirlenmesi gerektiğini kabul etmiştir. Yargıtay 16. Hukuk Dairesi , 22.1.1996 günlü 501-6714 sayılı, Yargıtay 17. Hukuk Dairesi, 23.12.1993 günlü, 10202-14860 sayılı, Yirminci Hukuk Dairesi ise 5.7.1994 günlü 1993/2427 Esas, 1994/9004 sayılı ilamlarında, idarece yapılmış ve kesinleşmiş kıyı kenar çizgisinin bulunmaması hali dışında Sekizinci Hukuk Dairesinin görüşü doğrultusunda hüküm kurmuşlardır.
Sorunun çözüme kavuşturulması için, öncelikle; kıyı kenar çizgisinin tanım ve işlevinin, 3621 sayılı Yasanın kıyılara ilişkin getirdiği hukuki düzenlemenin içerik ve kapsamının, özellikle 9. maddenin amaç ve fonksiyonunun, kıyılara yönelik mülkiyet uyuşmazlıklarının çözümündeki kuralların açıklıkla ortaya konması gerekir.
İÇTİHADI BİRLEŞTİRMENİN KONUSU
3621 sayılı Kıyı Kanunu’nun 9.maddesi gereğince idare tarafından belirlenen kıyı kenar çizgisinin adli yargı yönünden bağlayıcı olup olmadığına ilişkindir.
KIYI KENAR ÇİZGİSİ; TANIMI, HUKUKİ ÖZELLİKLERİ VE ANAYASAL KONUMU
a) Tanım ve Tarihsel Gelişimi: 3621 sayılı Yasanın 4. maddesinde belirlendiği biçimde, kıyı kenar çizgisi, kıyı çizgisinden sonraki karar yönünde, su hareketlerinin oluşturduğu kumluk, çakıllık, kayalık, sazlık, bataklık ve benzeri alanların doğal sınırı olarak tanımlanmıştır. Kıyı çizgisi ise, suyun karaya değdiği noktalardan oluşan, bir yönü su, diğer yönü kara olan, tek boyutlu bir çizgidir. Kıyı da kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasında kalan alanı belirler. Şu duruma göre, kıyı kenar çizgisi kıyı denilen alanı doğrudan belirleyen bir kavram olarak karşımıza çıkar.
Gösterdiği özellikler nedeniyle değişik ekonomik kullanımlara; ulaşım, sanayi, kentleşme ve dinlenme gibi kullanım gereksinmelerini karşıladığından kıyı, “kaynak” niteliğindedir. Ancak, bir üretim sonucu elde edilmeyip doğrudan doğruya doğanın bir eseri olması onu “doğal kaynak” veya “servet” durumuna sokar. Değişik ekonomik kullanım gereksinmelerine cevap vermesi, onun tek değil, fakat çok yönlü bir “doğal kaynak” olduğunu gösterir. Ne var ki, çok yönlü kaynak olmakla birlikte, miktarının arttırılamaması onu kıt kaynak biçimine sokar.
Günümüzde sosyal-ekonomik ve teknolojik gelişim sonucu çeşitli kullanım isteklerinin doğması ve artması kıt kaynak konumunda bulunan kıyının hukuksal yapısı ve kullanımı yönünden ciddi tartışmalara neden olmuştur.
Hukuksal kıyı kavramına yaklaşım; “su hareketi” ve “su hareketinin ürünü” olmak üzere iki açıdan gerçekleşmiştir. Yargıtay Büyük Genel Kurulu 13.3.1972 günlü E: 1970/7 K: 1972/4 sayılı İçtihadları Birleştirme Kararında; aynen Roma Hukukunda olduğu gibi, kıyıyı su hareketini esas alarak tanımlamasına karşın, diğer kararlarında: Su hareketinin ürün olarak ele almış ve tanımlamıştır. 4.4.1990 günlü 3621 sayılı Kıyı Kanununun getirdiği tanımlarla bu yönde herhangi bir sorun kalmamıştır.
b) Kıyının Hukuksal Özellikleri: Tarihsel gelişimi içinde, kıyının iki hukuki özelliğinin tüm düzenlemelerde esas alındığını görmekteyiz. Gerçekten kıyının bir yandan doğal niteliği itibariyle herkesin kullanımına açık, öte yandan da bu özel niteliği nedeniyle özel mülkiyet alanı dışında kaldığı kabul edilmiştir.
Yargıtay; yukarıda sözü edilen İnançları Birleştirme Kararında; “Tamamen bir ülkenin sınırları içerisinde kalan denizlerle, kara suları o devletin hükümranlık sahasına girdiklerinden menfaati umuma aittir.
Medeni Kanunun 641. maddesi uyarınca menfaati umuma ait olan mallar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır, kimsenin mülkü değildir. Kıyılar, ister kumluk, çakıllık, ister taşlık, kayallık olsun denizlerin temadisi olup ondan ayrılması mümkün değildir” demek suretiyle kıyının denize bağımlı ve doğal niteliği gereği özel mülkiyete konu olamayacağını belirtmiştir. Böylece, kıyı denizin hukuki düzenine bağlı tutulmuş sahipsiz şey olma özelliğinin, kültüre elverişsizlik yanında, denize bağımlı olmasından ileri geldiği kabul edilmiştir.
Kıyı herhangi bir tahsis işlemine gerek olmaksızın doğrudan doğruya doğal yapısından ötürü herkesin serbestçe yararlanmasına sunulmuş sahipsiz kamu malıdır. Bunun sonucu; kıyının devir ve ferağedilmesi, zamanaşımı yoluyla mülkiyetinin kazanılması, tapu sicili hükümlerine bağlı bulunması, haczedilmesi mümkün değildir.
c) Kıyının Anayasal Düzeni: 1982 Anayasası, 1961 Anayasasından farklı olarak, “Kıyı”yı 43. madde olarak ayrı bir bölümde düzenlenmiştir. Önceki Anayasal sistemde tabii; kaynak ve servetlere ilişkin genel bir düzenleme içinde yer alan “kıyı” bu kerre, bağımsız ayrı maddede ortaya konmuştur. 1982 Anayasasının kamu malları açısından belirlediği, kıyı rejimi; M.K:’nun 641. maddesinde öngörülen sahipsiz kamu mallarının tabi olduğu hukuksal statünün, 1961 Anayasasının tabii servet ve kaynaklar için kabul ettiği sistemle karışımı sonucu ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz, Yargıtay’ın yukarıda anılan İnançları Birleştirme konusunda ortaya konulan temel ilkeler Anayasal kıyı rejiminin oluşunda en büyük etken olmuştur.
1982 Anayasası, “kıyı”yı sahipsiz doğal nitelikli ve herkese açık bir kamu malı olarak ortaya koyarken bu alanda yer alan diğer kamu mallarında da farklı düzende görmüştür. Gerçekten Anayasa, 168. maddesinde tabii servet ve kaynakların Devlet hüküm ve tasarrufunda olduğu belirledikten sonra, bunların arama ve işletme hakkının da Devlete ait olduğunu kabul etmiş, ancak gereğinde bu hakkın özel kişilere devredebileceğini öngörmüştür. Kıyılarda ise böyle bir durum söz konusu değildir. Aynı biçimde, kamu malları arasında çok önemli yer tutan ve Anayasanın 169. maddesinde “kıyı”ya benzer bir sistemle belirlenen “ormanlar” Devletçe yönetilip, işletilmekte ve özel mülkiyet dışında tutulmaktadır. Ne var ki, kamu yararının gerektiği durumlarda, bu yerler irtifak hakkına konu olabildikleri gibi, orman rejimi dışına çıkarılabilmektedirler. Oysa, “kıyı” yönünden bu tür bir uygulama kesinlikle düşünülmemiştir. 1961 ve 1982 Anayasaları kamu malları yönünden kabul ettikleri kimi esaslarla, sosyal içerikli mülkiyet kavramına yer vermişlerdir. Devletin hüküm ve tasarrufu altında görülen ve diğer sahipsiz kamu mallarından farklı olan kıyılar, bu tür bir mülkiyet içerisinde yer alır.
Anayasa’nın 43. maddesinin ilk bendinde; kıyının kamu malları içerisindeki yeri ve hukuksal konumunu belirledikten sonra, ikinci bendinde; kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada önceliğin kamuya ait olduğunu, ilke olarak kabul etmiştir. Bu ilke ile; herkesin mutlak bir eşitlik ve serbestlik çerçevesinde kıyılardan yararlanma hakkı olduğu açıklanmak istenmiştir. Kısaca, kıyıdan yararlanma sosyal ve ekonomik bir hak olarak öngörülmüştür.
Nihayet Anayasa, sözü edilen maddeleriyle; toplumun, kıyı ve sahil şeritlerinden, yararlanma imkan ve koşullarının saptanması görevini de yasa koyucuya vermiş ve soyut ilkelerin yaşama geçirilmesini, Devletin bu alanda yapmakla zorunlu olduğu görevlerini ortaya koyarak, kıyı rejiminin sınırlarını belirlemiştir.
KIYI KENAR ÇİZGİSİNİN İŞLEVİ
Kıyı kenar çizgisini, adından esinlenerek sadece, kıyılara ilişkin bir rol üstlendiğini kabul etmek son derece yanlıştır. Gerçekten bu çizginin, kıyıların hukuksal rejimini ortaya koyması ve yukarıda özellikleri açıklanan alanların, belirlenmesi açısından işlev ve önemi çok açıktır. Ne var ki, bu çizgi, bir taraftan sahipsiz mal niteliğindeki kıyı alanlarının rejimini belirlerken, öte yandan özel mülkiyet konusu, taşınmazların sınırını da çizmektedir. Bu yönden soruna yaklaşıldığında, sözü edilen çizgi özel mülkiyet rejimi alanında da bir işlev görmektedir. Kıyı kenar çizgisinin, fonksiyonu bununla da bitmemekte, kimi durumlarda Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki araziler ile mera, yaylak, kışlak gibi kamu orta mallarının sınırını da belirlemektedir. Kıyının diğer sahipsiz kamu mallarıyla farkı gözetildiğinde, bu sorunun da önemi gözardı edilemez. Yukarıda açıklandığı üzere, kıyı, su hareketlerinin oluşturduğu, kayalık, kumluk, sazlık, bataklık, çakıllık gibi alanlar olup, üzerinde kamunun öncelik ve yararlanması dışında hiçbir tasarrufun yapılamadığı kendine özgü Anayasal rejimleri olan kamu mallarıdır. Oysa diğer sahipsiz kamu malları, ormanlar dahil, irtifak hakkına veya kimi durum ve koşullarda mülkiyete konu olabilmektedirler. 2634 sayılı Turizm Teşvik Yasasının 8. maddesi ile, Kadastro Kanununun 17. maddesi bu yönden gösterilecek örneklerdir.
Şu duruma göre, kıyı kenar çizgisinin üç temel işlevi üstlendiği açıkca ortaya çıkmaktadır. Bu çizgi bir yandan kıyının kara yönünden sona erdiğini gösterirken, diğer yanda özel mülkiyete konu arazinin, bazı durumlarda da kamu orta mallarının, deniz yönünden sınırını oluşturmaktadır. Kıyı alanının, hemen nihayetinde özel mülkiyete konu olan bir arazinin yer alması halinde, kıyı kenar çizgisi, kıyı alanını belirtme yanında, özel mülkiyet rejiminin başlama sınırını da gösterir.
Kıyıya ilişkin hukuksal çekişmeler, genellikle özel mülkiyet açısından ortaya çıktığından, öğreti ve hukuksal uygulama, kıyı kenar çizgisinin saptanması sorununu daima özel mülkiyetle bağlantılı olarak ele almıştır. Bu bağlamda denilebilir ki; kıyı kenar çizgisi aralarında hukuksal açıdan önemli fark ve ayrılık bulunan üç taşınmaz mal rejimini belirlemesi yönünden önemli bir işleve sahiptir. Bu çizginin sağlıklı bir şekilde ortaya konabilmesi ile bir yandan kıyılardan beklenilen fonksiyonlar yerine getirilebilecek ve Anayasal kıyı rejimi kurulabilecek, öte yandan özel mülkiyete ilişkin haklar korunup, yasal teminat altına alınacaktır. Nihayet ormanlar ve diğer sahipsiz, kamu malları rejimine tabi malların, kendi hukuksal düzenleri belirlenecek ve böylece bu alanlarda varolan hukuksal karmaşa önlenecektir.
3621 SAYILI KANUN’UN KIYILAR YÖNÜNDEN GETİRDİĞİ DÜZENLEME
Anayasal bir hak olarak ortaya çıkan kıyılardan, yararlanma imkan ve koşullarının gösterilmesi amacıyla bir yasa çıkarılması, zorunlu hale gelmiş ve 3621 sayılı Yasa bu amaçla getirilmiştir. Yasanın bu işlevi “Amaç” başlıklı birinci ve “kapsam” başlıklı ikinci maddelerinde açıkca ortaya konmuştur. Sözü edilen birinci madde aynen “Bu kanun, deniz, tabii ve suni göl ve akarsu kıyıları ile bu yerlerin etkisinde olan ve davamı niteliğinde bulunan sahil şeritlerinin doğal ve kültürel özelliklerini gözeterek koruma ve toplum yararlanmasına açık, kamu yararına kullanma esaslarını tesbit etmek amacıyla düzenlenmiştir” dedikten sonra, ikinci madde belirtilen amaca paralel biçimde Yasanın kapsamını göstermiş ve aynen “Bu kanun, deniz, tabii ve suni göller ve akarsu kıyıları ile deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerine ait düzenlemeleri ve bu yerlerden kamu yararına yararlanma imkan ve şartlarına ait esasları kapsar” kuralına yer vermiştir.
Nitekim; Yasanın ilk beş maddesi genel hüküm ve esasları göstermiş, kalan maddelerde ise, kıyının korunması, yapı yasağı, planlama, yapılanma, doldurma ve kurutma yoluyla arazi kazanılması, kıyı kenar çizgisinin tespiti, kontrol, imar ve yasanın hükümlerine aykırı davranışlara uygulanacak cezai hükümlere yer vermiştir.
Denilebilir ki; Yasa, bütünüyle değerlendirildiğinde; kıyıların kamuya açık tutulması ve bu yerlerden toplumun genellik, eşitlik ve serbestlik ilkelerine uygun faydalanmasını sağlama yönünden; idareye görevler yüklemiş, bu alanda yapılacak işler gösterilmiş ve kıyıya ilişkin tanım ve hukuki esaslar, Anayasal doğrultuda ortaya konmuştur.
Bu konuda hemen belirtelim ki kıyılarda, mülkiyet yönünden ortaya çıkan uyuşmazlıkların çözümü ve kıyı Kadastro yönünden herhangi bir hükme yer vermemiştir.
Kıyının kamuya açık tutulabilmesi ve yasanın bu alanda idareye verdiği görevlerin yerine getirilebilmesi ve kıyıda planlama ve uygulamanın yürütülebilmesi için öncelikle, kıyıya ilişkin bir tespitin yapılması zorunludur. Bu nedenle idarenin kendi açısından kıyı kenar çizgisini belirlemesi gerekir. İşte Yasa koyucu uyuşmazlık konusu 9. maddeyle, salt, bu amaçlı sınırlı olmak üzere Valiliğe kıyı kenar çizgisini kamu görevlilerinden oluşan beş kişilik bir komisyon aracılığıyla belirleme yönünden bir görev vermiştir. Nitekim Yasanın 5/4. maddesi bu durumu aynen: “Kıyıda ve sahil şeridinde planlama ve uygulama yapılabilmesi için kıyı kenar çizgisinin tespiti zorunludur” biçiminde ortaya koymuştur. İlgili Bakanlığın onayından sonra yürürlüğe girecek olan bu belirleme; organik ve fonksiyonel yönden idari olması, kamu hukuku kurallarına göre tesis edilmesi, tek yönlü bulunması, doğrudan uygulanabilmesi ve hukuki bir değer taşıması nedeniyle bir idari işlem niteliğindedir. Bu işlem, planlama, uygulama, imar, yıkım, ruhsat ve iskan gibi idari işlere esas alınabilse de, mülkiyet ve zilyedlik gibi taşınmazlarda hakkın özüne ilişkin Kadastro Yasalarında öngörüldüğü türden bir saptama yapmamaktadır. Esasen, belirleme komisyonunun oluşum ve niteliği, çalışma yöntemi de böyle bir sonuç çıkarılmasına elverişli bulunmamaktadır.
VII. KIYIYA İLİŞKİN MÜLKİYET HUKUKU YÖNÜNDEN ÇIKACAK UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜ VE 3621 SAYILI YASANIN 9. MADDESİNİN ETKİ ALANI
Kıyının da içerisinde yer aldığı sahipsiz kamu mallarına ilişkin temel düzenleme; M.K:’nun 641. Maddesinde yer almıştır. Yine, sözü edilen Kanunun ortaya koyduğu esas ve ilkeler gözetilerek, tapu sicilini oluşturmak amacıyla, taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek, hukuki durumlarının saptanmasını öngören Kadastro Kanunu ile Kıyılar dahil sahipsiz kamu mallarının hukuki konumuna yönelik düzenlemeler yapılmıştır. 3621 sayılı Yasa ise yasada belirtilen işleviyle kıyıya ilişkin genel kavramları belirlemiş ve sadece idarenin görevlerini ortaya koymuştur. Mülkiyet Hukuku yönünden, kıyılara ilişkin uyuşmazlıkların yukarıda sözü edilen yasaların koyduğu ilke ve esaslar dahilinde, Adli Yargı yerlerinde çözümlenmesinde kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır. Adli Mahkemelerin oluşumuna ilişkin, 8.4.1924 günlü, 469 sayılı Yasa ve H.U.M.K’nun getirdiği esaslar, nihayet kadastral işlemlerin söz konusu olduğu durumlarda 3402 sayılı Kadastro Kanunu hükümleri, bu yönde adli yargıca uygulanacak kuralları belirlemişlerdir. Buna göre, kıyılar dahil taşınmaz mallarda Mülkiyet Hukukuna yönelik, hakkın özünü ilgilendiren uyuşmazlıkların çözümü adli yargının görev alanı içerisinde kalmaktadır. Esasen, kamu mal rejimi ile özel mal rejimi birbirinin karşıtı kavramlardır. Bir mal rejiminin bittiği yerde diğeri başlar. Bu nedenle, tüm mallara ilişkin sistem, M.K: ve Kadastro Kanununda birlikte düzenlenmiş ve buna bağlı olarak Ormanlar dahil, Kamu mallarında ortaya çıkan ve ayni haklara ilişkin tüm uyuşmazlıkların çözümünün adli yargının görev alanına bırakılmıştır. Adli Yargı yerlerinin bu yetkisi temel bir yetki olarak bugün’e kadar süregelmiş ve bu yetkiyi ortadan kaldıracak ne bir yasal girişimde bulunulmuş ne de düzenleme getirilmiştir.
3621 sayılı Yasa’nın 9.maddesiyle getirilen düzenlemenin, kendisinden önce oluşturulmuş bulunan, kıyılara yönelik sistemi ortadan kaldırıp kıyılara yönelik yeni bir “Kıyı Kadastro” sistemi öngördüğü; böylece, Kadastro Mahkemeleri ile diğer Adli Yargı yerlerinin görevlerine son verdiği şeklinde bir olgu hiçbir suretle kabul edilemez.
Gerçekten, ne 3621 Sayılı Yasanın maddelerinde, ne ilgili Yasa Tasarısında, ne Tasarının Büyük Millet Meclisince yapılan görüşmelerinde, ne de 3621 sayılı Yasanın kimi maddelerinin iptali yönünde açılan davaya ilişkin Anayasa Mahkemesinin 18.9.1991 günlü, 1990/23 E, 1991/29 K: sayılı kararında, 3621 Sayılı Yasa ile; kıyıların konu olduğu mülkiyet ve zilyedliğe ilişkin uyuşmazlıklarda, yeni bir yöntem veya Kadastro sistemi getirildiği ve mevcut yargısal sistemin değiştirildiğine veya ortadan kaldırıldığına ilişkin ne bir ibare ve ne de bir kural yer almaktadır. Aksine, 3621 sayılı Yasanın amaç ve kapsamını ortaya koyan maddeleri ile 9.maddenin dayanağını açıklayan 5. maddede belirlemenin sınırı açıkca ortaya konmuştur. Dahası 9. maddenin getirdiği düzenlemede;
a) Kıyı kenar çizgisine yönelik bu belirlemenin, yeni bir “Kıyı Kadastrosu” biçiminde algılanmasına ilişkin hiçbir hüküm yer almamış.
b) Belirleme Komisyonunun oluşumunda; mülkiyet ve zilyedlik konularında çıkacak uyuşmazlıklarda bilgisine başvurulacak hukukçu veya uzman kişiye, arazinin mevkii, konum ve sınırlarının bilebilecek mahalli bilirkişiler ile yerel yönetim temsilcilerine yer verilmemiş,
c) Kıyıya sınır bulunan arazi sahiplerine, komisyon çalışmalarında dikkate alınacak, kayıt, belge, tapu ve diğer kanıtlarının ibraz edebilme imkanı tanınmamış, d) Kıyının yer aldığı, köy ve beldelerde, belirleme işleminin yapılacağın dair ilan ve duyumlara gerek görülmemiş,
e) Kişilerin mülkiyet ve ayni haklarına ilişkin gerek komisyon nezdinde, gerekse komisyon kararı sonrası ne gibi işlem yapacakları ve haklarını nasıl arayacakları konusunda bir düzenleme öngörülmemiş,
f) Komisyon kararlarının tebliğ ve ilanı yolunda bir kural kabul edilmemiş,
g) Kıyıların bitişik olduğu diğer sahipsiz kamu malları ve özellikle Ormanlar yönünden, belirlemenin hangi temsilcilerle ve hangi esaslara göre yapılacağı yolunda bir hüküm yer almamış,
ğ) Belirlemeye ilişkin uyuşmazlıkların Adli Yargı yerlerinden çekilip, İdari Yargı alanına kaydırıldığı ve bu alanda genel Mahkemeler ile Kadastro Mahkemelerinin görevlerinin sona erdiği, devam eden uyuşmazlıkların akibetinin ne olacağı ve kesinleşen Kadastro tespitlerinin bağlayıcılığı yönünde ve bunlara benzer konularda hiç bir kural yer almamıştır.
İdare tarafından saptanan kıyı kenar çizgisi imar planlaması ve uygulamasına yönelik ve onunla sınırlı bir çizgidir. Bu çizginin mülkiyet hakkının tespitine ilişkin olduğuna dair kanunda açık veya kapalı bir hüküm bulunmamaktadır.
Öte yandan idare tarafından kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi işlemi kadastrosu yapılmayan bölgelerde yapılabildiği gibi, kadastrosu tamamlanan ve kesinleşen yerlerde de yapılabilir. Bir yerde iki kez kadastro yapılamaz (Kadastro Kanunu md.22). Kadastro kesinleşmiş ve buna bağlı olarak tapu sicilleri oluşmuş ise idare tarafından daha sonraki tarihte belirlenen kıyı kenar çizgisi imar hukuku yönünden anlam ve değer taşır. İdari işlemle mülkiyet hakkı ortadan kaldırılamaz. Ancak, Anayasa’nın 35 ve 43.maddeleri gereğince toplumun kıyılardan yararlanması ve bu nedenle mülkiyet hakkının kısıtlanması mümkün olabilir. 2644 sayılı Tapu Kanunu’nun 31. maddesi gereğince hakim kararı olmadıkça tapu sicilinde değişiklik yapılamaz.
Yine, Anayasanın 142. maddesi Mahkemelerin kuruluş ve görevlerinin yasalarca düzenleneceğini öngörmüş ve 36/2. maddesinde ise hiç bir mahkemenin görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamıyacağını hükme bağlamıştır.
Bu durumda; kıyılara ilişkin sistem ve uyuşmazlıklarının çözümü yönünden görevli mahkemeler yasalarca açıkça belirlenmişken, idarenin tek yanlı ve çok sınırlı bir tesbit işleminden hareketle ve yorum yoluyla tüm sistemi ters yüz etmek, Anayasal sistemle bağdaşmaz.
VIII. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Mülkiyet hukukundan kaynaklanan tüm uyuşmazlıkları çözümlemek görev adli yargıya aittir. 3621 sayılı Yasa kıyı kenar çizgisi yönünden adli yargı yerinin bu görevini kısıtlamamış, daraltmamış ve ortadan kaldırmamıştır. Genişletici yorum yoluyla idari yargıda dava konusu olabilecek olan ve tartışılabilir niteliği bulunan idari işlemin adli yargıyı bağlayacağını kabul, kanun koyucunun amacına uygun değildir.
Zira, taraflara tebliğ olunmayan, ilan edilmeyen ve ilgililere dava açma olanağı vermeyen bir idari tasarrufla, Anayasa’nın 35.maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkının ortadan kaldırılması kabul edilemez. Kıyı kenar çizgisinin belirlenmesine ilişkin idari işlemler adli yargı yönünden kural olarak takdiri delil niteliğinde olup, bağlayıcı özelliği bulunmamaktadır. Ancak, kıyı kenar çizgisinin belirlenmesine ilişkin idari işlem ilgili tarafa usulen yazılı olarak Anayasa’nın 125/3 ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7.maddeleri uyarınca tebliğ edilmiş ve yasal süresi içinde idari işleme karşı dava açılmamış ve idari yargı yolu kapanmış ise idari işlem o kişi veya kurum yönünden bağlayıcı nitelik kazanır. Yazılı bildirime rağmen idari yargıya başvurmayan ve yargı hakkını kullanmayan gerçek veya tüzel kişi o kararı kabul etmiştir. Bu kararın artık idari yargıda tartışılması da mümkün olmadığından, kesinleşen karara göre kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi gerekir. Ayrıca, idare tarafından belirlenen kıyı kenar çizgisine karşı dava açılmış ve bu çizgi idari yargının kesinleşen kararı ile saptanmış ise yargı bütünlüğü kesinleşen yargı kararlarının tartışma konusu yapılamaması, yargıya güven ile Hukuki Emniyetin sağlanması amacıyla kıyı kenar çizgisinin belirlenmesinde idari yargıca belirlenen çizginin adli yargıca esas alınması zorunlu bulunmaktadır. Aksi halde, 3621 sayılı Kanun ile 13.3.1972 tarih ve 7/4 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararındaki kural ve yöntemler doğrultusunda kıyı kenar çizgisinin adli yargı tarafından belirlenmesi gerekir.
Açıklanan nedenlerle daireler arasındaki içtihat aykırılığının 16, 17 ve 20. Hukuk Daireleri görüşleri doğrultusunda birleştirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Sonuç: Kural olarak, mülkiyet hukuku yönünden kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi görevinin adli yargıya ait olduğuna; ancak, 3621 Sayılı Kıyı Kanunu’nun 9.maddesi uyarınca idare tarafından kıyı kenar çizgisi belirlenmiş ve yazılı bildirime rağmen yasal süresinde idari yargıya başvurulmaması nedeniyle yargı yolunun kapanmış olması veya idari yargı tarafından verilip kesinleşmiş karar bulunması durumlarında, bunlara uygun şekilde kıyı kenar çizgisinin adli yargı tarafından saptanması gerektiğin de 28.11.1997 gününde üçüncü toplantıda salt çoğunlukla karar verildi.
Karşı Oy Yazısı
Kıyılar kimsenin mülkiyetinde olmayan sahipsiz mallardandır. M.K:nun 641. maddesi anlamında Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerdendir. Buradaki hüküm ve tasarruf sözcükleri mülkiyete dayalı bir hakkın ifadesi değil, denetim ve gözetim görevi anlamındadır. Yani bu yerlerde Devlet kendi adına bir hak iddiasında bulunamaz. Kamu adına toplum adına onlar yararına görev üstlenmiştir. Kıyılarda ne özel mülkiyet ne kamu mülkiyeti, ne de karma nitelikli bir mülkiyet vardır. Kıyılar toplumun serbestçe yararlanmasına açık olup; buralardan herkes eşitlikle ve ücretsiz yararlanır. Neticeten kıyılar kamu malları arasında kanunun ortak kullanmasına açık mallar olarak nitelendirilebilir.
Kıyının değinilen hukuksal niteliğinin bu şekilde belirlenmesi, sosyo-ekonomik olduğu kadar fiziki yapısından da kaynaklanır. İster denizin kara yönündeki uzantısı, veya denizin mütemmim cüzü, yahut denizle karanın mücadele alanı yahut da denizin etki alanındaki yer olarak tarif edilsin kıyının jeolojik ve jeomorfolojik özellikler taşıyan kendine özgü bir kara parçası olduğunda kuşku yoktur. Öte yandan; denizden şu veya bu bakımdan yararlanma eşitliği olması da kıyının, sosyo ekonomik bakımından özellikli bir yer olduğunu ortaya koyar.
Öyle ise, kıyının özel mülkiyetle bir ilgisi olduğu düşünülemez. Ayrıca, bu yerin özel hukuk ilişkilerinin çatışma alanı olması da söz konusu değildir.
Bu nedenledir ki, kıyıyı belirleme yöntemi bir kadastral faaliyet olarak düşünülmemiş, raporda da değinildiği üzere 3621 sayılı Yasanın kıyı belirleme düzenlemeleri bir kamu tasarrufu, bir idari işlem olarak ortaya çıkmıştır. Yasa sadece kıyıdaki kamu hukukunu düzenlemek için getirilmiştir. Özel mülkiyet bu yasanın konusu değildir. O halde, bir özel hukuk müessesesi olan kadastro düzenlemeleri çerçevesinde meseleye bakarak, yine aynı düzenlemenin kuralları olan “tesbit”, “tebliğ” “ilan”, “kesinleşme” gibi kavramları, burada aramak ve uygulamak düşüncesi büyük yanılgı olur; çelişkili sonuçlara yol açar.
Yasanın görevlendirdiği kişi (vali) yasadan aldığı yetki uyarınca, ve yasada belirtilen konunun uzmanı kişilerin oluşturduğu komisyon aracılığı ile kamu hukuku kuralları çerçevesinde tek yanlı uygulama ile kıyıyı belirlemekte; bu işlem, ilgili bakanlığın onayı ile yürürlüğe girmektedir. Kararlarda sözü edilen “kıyı kenar çizgisi varsa” ifadesindeki, mevcuduyet bu şekilde oluşur. Bu oluşumla artık kıyı kenar çizgisinin varlığı kabul edilmeli ve uygulamada dikkate alınmalıdır.
Böyle bir düzenleme ve uygulamanın, yasa koyucunun bilgi eksikliğinden veya düşünmeden ortaya koyduğu bir sistem olarak yorumlanması olanaksızdır. İşlemin idari bir tasarrufa dayatılması, kıyının yukarda değinilen hukuksal, sosyo-ekonomik ve fiziki yapısından kaynaklanan, bilerek istenerek yapılmış bir düzenlemedir.
Yasanın öngördüğü biçimde saptanan kıyının ve buna ilişkin haritanın, Adli Yargı yerleride dahil, tüm ilgilileri bağlayacağı kuşkusuzdur. Önüne gelen bir işe bakmakta olan hakim, uyuşmazlığı, yöntemine uygun biçimde düzenlenmiş kıyı kenar haritasına değer vererek çözümlemek durumundadır.
Hemen belirtilmelidir ki, Adli Yargı hakiminin, denizel sınır yönünden kıyı haritasına bağlı kalması, bakmakta olduğu mülkiyet uyuşmazlığına ilişkin davadan el çekmesi anlamına gelemez. Diğer bir deyişle, değinilen türdeki uyuşmazlıkların çözümü, idari yargı yerlerine bırakıldı denemez. Aksine, hukuka yasaya uygun şekilde düzenlenip, onayla yürürlüğe girecek harita, yönetmelikle Defterdarlıklara getirilen yükümlülükten ötürü pek çok davanın (müdahalenin önlenmesi ve iptal ile sicil dışı bırakılma istekli olarak) Adli Yargı yerlerinde açılması sonucunu doğuracak; önceden haklı ve geçerli bir nedene dayanılmaksızın özel mülkiyete konu yapılıp sicile işlenen kıyıların büyük bölümünün yeniden genel yarara açılması olanağı sağlanacaktır.
T:C. bir hukuk devletidir. Devleti şekillendiren yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında hiyerarşik değil, dengeli bir ilişkinin varlığı kabul edilir. Bu nitelikteki bir devlet işleyişi içerisinde, idarenin yasaya uygun tasarruflarının bağlayıcı hukuki sonuç doğuracağında duraksama olmamalıdır. Esasen, İdari işlem ve tasarrufların, idari yargı denetimine tabi olduğu Anayasal bir üst norm kuralıdır. (Anayasa Md.125).
Hukuk Devletinin değinilen nitelikteki işleyişine karşın; idari yargı denetimine her zaman açık tutulan idari işlemler için kaygı duymaya yer yoktur. Aynı kaygı, HUMK:nun 275. maddesi uyarınca İnceleme yapmak ve bilirkişilerin raporuyla bağlı kalıp, hüküm kurmak zorunda bulunan Adli Yargının kararları yönünden de dile getirilebilir.
Yargıtay’ımızın özenli denetimine rağmen, uzmanlık gerektiren konularda sıkıntıya düşüldüğü bilinen bir gerçektir.
Anayasamızın 43. maddesinin buyurucu hükmü uyarınca yürürlüğe giren 3621 sayılı Yasa, kıyı kenar çizgisi belirlenmesini kamusal bir tasarruf olarak ele almıştır. Bu düşünce tarzının, kıyının hukuksal, sosyo-ekonomik ve fiziki yapısına uygun düşeceği yinelenerek ifade edilmelidir. Böyle bir düzenleme yapılırken, işlemin, başlangıcında veya sonunda ilgililere şu yada bu şekilde duyurulması öngörülmemiştir.
Her şeyden önce kıyı ve buna bağlı kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi, hukuki olanaktan öte bilimsel bir faaliyetin ürünüdür. Bu belirleme, jeoloji ve jeomorfoloji bilim dallarının uğraş alanını ilgilendirir. Genellikle müsbet ilimlerin gerçeği ve sonucu tekdir.
Gerçeği ve sonucu nazari olarak değiştirmek olanaksızdır. Öyle ise, söz konusu bilim dallarında uğraş veren kişilerce ve uğraşını verdikleri bilimlerin ışığında saptanan kıyı ve kıyı kenar çizgisinin doğruluğu kabul edilmelidir. Kabul edilen ilmi bir olgunun, ilgililerini ve herkesi bağlayacağı; aksinin ileri sürülmesi halinde de, idari tasarrufun duyurulma biçiminin hak arama bakımından, fazlaca önem taşıyamayacağı açıktır. İdari yarı uygulamasında (özellikle, İçtihadı Birleştirmenin konusu dikkate alındığında); ilan ve bizzat tebliğ gibi duyuru işlemleri dışında, öğrenmenin (ıttılaın) bile, dava açabilme yönünden yeterli görüldüğü bilinmektedir. O halde, kıyı Kenar Çizgisinin belirlenmesi ile ilgili tasarrufun yerine getirilebilirliğini, ilanı ve tebliği şartına bağlamak, kesinleşmesini aramak gereksizdir.
Bu bağlamda, yeniden değinilmelidir ki; kıyılar herkesin malıdır. Kıyıdan sadece kıyıya yakın olanlar değil, herkes yararlanır. Marmaris’te yada Antalya’da yapılan kıyı kenar çizgisi, sadece oralarda oturanları yahut kıyıya yakın taşınmazı olan malikleri değil; Çorum veya Kırıkkale’nin bir köyündeki bireyi de ilgilendirir. Genel yarar ilkesi, onlarında dava hakkının varlığının kabul edilmesini zorunlu kılar (Kıyılardan yararlanma hakkına dayanarak engel olanlar aleyhine herkesin dava açabileceği hakkındaki karar için; bkz. Yüksek 8. Hukuku Dairesinin 16.12.1986 tarih 1055712386 sayılı kararı). İdari yargıya intikal eden işlerde ilanen tebliğ yeterli görülmediğine göre; ülkenin, tüm bireylerini ilgilendiren işlemin bizzat tebliğ nasıl yapılacak; kesinleşme nasıl sağlanacaktır. İdarece konunun uzmanı olan sorumlu görevlilere bilimsel verilerden yararlanılarak yaptırılan ve bir bütünlük taşıyan kıyı kenar çizgisi varken; bunun takdiri delil kabul edilip, Adli yargı önündeki her bir uyuşmazlık için HUMK:nun 275.maddesi uyarınca günümüzde tartışılır hale gelen bilirkişilerin görüşüne başvurulması doğru bir sonuç doğurur denebilecek midir? Dahası; biri idari yoldan, diğeri Adli yargı kararlarıyla ortaya çıkacak ikili kenar çizgisi olgusunun yaratacağı uyumsuzluklar gözardı edilebilecek midir?
İşte, İmar Yasası yönetmeliklerinden alınarak özgün bir yasa düzenlemesi yapılmasının ve yasanın gereği olan idari tasarrufun amacı budur. İdare, gerek re’sen; gerekse, ilgilisinin başvurusu üzerine kıyıyı ve kıyı kenar çizgisini saptarken, herkesin yararını (genel yararı) gözeterek işlemi sonuçlandıracaktır. Şayet yasa koyucu, saptanan kıyı kenar çizgisini, yalnızca kıyı bandındaki imara aykırı yapılaşmanın denetlenmesine imkan veren idari bir düzenleme olarak düşünmüş olsa idi; “yapılacak bu belirleme Adli yargı yerlerinde görülmekte olan uyuşmazlıklara etkili değildir” sözcüklerini de yasanın metnine ilave ederdi. Amacını sadece imar mevzuatı ile sınırlamak isteseydi; bunu, İmar Kanununa bir madde ekleyerek daha kolaylıkla sağlayabilirdi. Esasen, Anayasa Mahkemesi de 3621 sayılı Kıyı Yasanın 5 ve 9.maddelerinin uygulanması yönünden bir ayrım getirmiş değildir.
Yüksek 8.Hukuk Dairesinin ilk toplantıda dile getirilen kararları ile görüş yazılarında; 3621 sayılı Yasaya göre idarece düzenlenen kıyı kenar çizgisinin, Adli yargı yerlerini bağlamayan “takdiri delil” niteliğinde bulunduğu ifade edilmiştir ki, “kesinleşmeden” söz etmeyen Daire kararlarındaki görüşlere katılmamakla birlikte; bu görüşlerin kesinleşmeyi arayan görüşler karşısında daha tutarlı olduğu söylenebilir. Öte yandan, İçtihadı Birleştirme yoluna gidilmesini gerektiren ve birbirlerine aykırı düşen Özel Daire Kararları vardır denemeyen konuya gelince; gerçekten, idare, gerek re’sen; gerekse talebe ve süreye bağlı olarak yapmak zorunda olduğu işlemi yerine getirmez ise durum ne olacaktır? Yasa, yapılmaması hallerinde kıyı kenar çizgisinin belirlenme yöntemini açıkça düzenlemiştir. Yasanın 5.maddesinin 4.fıkrası “kıyı kenar çizgisinin tespit edilmediği bölgelerde talep vukuunda, talep tarihini takip eden üç ay içerisinde kıyı kenar çizgisinin tespiti zorunludur.” hükmünü içermektedir. Yasanın 9.maddesinin birinci fıkrasında “kıyı kenar çizgisinin” sıfatları ve sorumlulukları tanımlanan uzman bilirkişiler aracılığı ile valiliklerin tespit ettireceğini öngörmüştür.
Hukuk Devletinde yasalar herkesi bağlar. Değinilen yasa hükümleri Vali’ye görev vermiştir. Vali bir görevi yapmaktan kaçınamaz. Kıyı kenar çizgisinin belirlenme yöntemi, talebe ve süreye bağlı yükümlülükte getirilerek yasal bir düzenlemeye tabi tutulduğuna göre; çözümsüzlükten bahsedilebilir mi? Görüşmeler sırasında Danıştay Yüksek 6. Dairesinin emsal kararlarından söz edilmiş; idarenin keyfiliğe kaçabilecek her türlü kıyı kenar tespiti işleminin çözümsüz kalamayacağı vurgulanmıştır.
Hal böyle iken, kıyı kenar çizgisi düzenlenmiş ve kesinleşmiş ise, buna değer verilerek; aksi takdirde, 1972 tarihli içtihadı birleştirme kararı uyarınca uyuşmazlıklara çözüm getirilmelidir yolundaki varılan sonuç; yasal düzenlemeyi; özellikle yasanın bütünlüğünü gözetmemek anlamını taşımaz mı?
İçtihatları Birleştirme Kararına konu olan denizel kum ve kumsallar ile, diğer kamu mallarında Yargıtay’ımızın duyarlı uygulamasının bilincindeyiz. Karara saygılıyız. Ne var ki kararın, genel yarara yönelik uygulamalarda birliği sağlayamayacağı endişesini taşımaktayız. Görüşlerimiz, genel yararın yukarıda belirttiğimiz yöntemlerle işlem yapılması halinde, bir bütünlük içersinde ve daha kapsamlı olarak sağlanabileceğine yöneliktir. Nitekim, belirttiğimiz görüşler, öğretide saygın görevler yapan kişilerin bilimsel nitelikteki yazılarında da dile getirilmiş; deniz kıyılarının gerçek maliki olan halktan gasb ve yağma edilmesinin; gelecek nesillere taşınmanın; ulusumuzun çok değerli kaynaklarını koruyup, önceden yağma eden kişi yada tüzel kişilerden alınarak tekrar genel yararlanmaya açılmasının; ayrı bir yasanın çıkarılmasına; yasanın zorunlu kıldığı “kıyı kenar çizgisinin” düzenlenmesine; böylece, ülkemizin 8250 kilometreye varan denizel kıyı bandına “Devlet Politikası” ile sahip çıkılmasına bağlı olduğu ifade edilmiştir.
(Prof. Dr. İsmet Sungurbey, “Deniz kıyıları halkındır”, Medeni Hukuk Eleştirileri, ikinci CilT:Sh.197 vd; Prof. Dr. Erdal Özhan, “kıyı yasası çıkarken”, Cumhuriyet 15 Aralık 1989; Doç. Dr. M. Bülent Ozkan, “kıyılarımız ve turizm” Milliyet 9 Nisan 1989; Yrd. Doç. Dr. Zerrin Toprak “çevre değerlerimiz ve kıyılar”, İzmir Baro Dergisi, Temmuz/1989).
Sonuç olarak: Anayasamızın 43. maddesinin buyurucu hükmü uyarınca çıkarılan ve Anayasa Mahkemesinin 18.9.1991 tarih 23/29 sayılı kararı ile de iptal kapsamı dışında bırakılan, 3621 sayılı Kıyı Yasasının 5 ve 9. maddelerine dayanılarak yapılmış “kıyı kenar çizgisi” belirleme işleminin, idari yargı yerlerinde iptal edilip ortadan kaldırılmadıkça hukuki varlığını koruyacağı; bu işlemin idarece, yasa hükümlerinin bütünlüğü bozulmaksızın yerine getirilmesinin (gerek re’sen; gerekse, ilgilisinin başvurusu üzerine) Hukuk Devleti olma ilkesine uygun düşeceği; yargısal uygulamalarda da birliği sağlayacağı görüşünde olduğumuzdan sayın çoğunluğun kararına katılamıyoruz.
Hüseyin ÖRMECİKadir TOKMAN Cemil ÇETİNER Orhan UZGÖREN 7.H.D.Başkanı Üye Üye Üye A.Metin ÇİFTÇİ Ahmet Uğur TURAN M. Yüksel AYDIN Üye Üye Üye
Karşı Oy Yazısı
Kıyı ve kıyı kenar çizgisi, birbirine bağlı ve bazen birbirini tamamlayıcı fakat kimi noktalarda da birbirinden ayrı şeylerdir. Kıyı mutlak olarak alanı-mesahayı-gösterir bu yönü ile de iki boyutludur. Genişliği ve uzunluğu olan sahadır. Bunun bir kenarı su ile diğer kenarıda özel mülkle veya Hazine’nin diğer gayrimenkulleri ile çevrilidir. Kıyı kenar çizgiside ismi üstünde bir çizgidir ve de tek boyutludur. Kıyı yağmasını önlemek için 1982 Anayasası’nda 43. madde ile yasama meclisine büyük görevler verilmiştir. Anayasa, Kıyı Kanunu çıkarılırken Kıyının : a. Ortak kullanılan, b. Genellik taşıyan, c. Eşit ve serbest olan, d. Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan, E: kamu yararı öncelikle gözetilen; Ayrıca, f. Sahipsiz, g. Doğal nitelikli, h. Herkese açık bir kamu malı olmasını içermesini öngörmüştür.
Eğer bunlardan biri eksik olur ise Anayasa Mahkemesi Kanunu iptal etmek zorunda kalır. Kıyı ortak kullanıma açık, özel mülkiyete konu olmayan kamu malıdır. Kıyı özel korunmaya tabi ve muhtaçtır. Medeni Kanunda, Tapulama, Tapu, Belediye ve İmar Kanunlarında geçen kıyı kavramı ile yargı kararlarında belirlenen kıyı kavramını birleştirici öğeler 3621 sayılı Kıyı Kanununda ele alınarak kanunlaşma yapılmıştır. Devlet ve kişinin yetki alanı bu yasa ile açıkça ortaya konacaktır.
Kıyı her şeyden önce ekonomik bir kaynaktır. Toplumun bu kaynağı kullanma ve yararlanma biçimini tespit etmek gerekir. Kıyı özel mülkiyete ve özel yapılanmaya kapatılmıştır. Kıyı yağmasını engellemek ve yukarıda yazılanları ihtiva eden bir Kanunun kendisinden beklenen görevi yerine getirmesi için süratle kıyı kenar çizgisinin çizilmesi gerekir. Eğer bunun Adliye Mahkemelerince yapılması düşünülürse süratle çizgi çizilmesi sekteye uğrar. Ve nitekim 3621 Sayılı Kanun yürürlüğe girinceye kadar Adliye Mahkemeleri kıyı ile ilgili ihtilafları 16.4.1972 tarih 7/4 sayılı İçtihadleri Birleştirme Kararına göre çözmekteydi. Adliye Mahkemeleri açılan dava ile ilgili kararlar verebilirler. 3621 Sayılı Kıyı Yasası, kıyı kenar çizgisinin çizilmesini idari organa vermiştir. İdari organın çizdiği çizgi elbette yargı denetimine tabi olacaktır. Bu denetimi idari yargı organları yapacaklardır. Kanunun 9. maddesi çok açıktır. Adliye Mahkemesi kıyı ile ilgili davayı görür iken kıyı kenar çizgisinin çizilmesi zorunlu görülürse, bunun çizdirilmesi için davacıya önel verilmelidir. İdare başvuru halinde üç ayda kıyı kenar çizgisini çizmek mecburiyetindedir.
İdarenin çizdiği çizgi dosyaya konur ve Adliye Mahkemesi kararını buna göre verir. İdare kıyı kenar çizgisini çizmiyorum derse, o zaman Adliye Mahkemesi 16.4.1972 tarih 7/4 sayılı içtihadı Birleştirme kararı uyarınca elbette önüne gelen davada kıyı ile ilgili çekişmeyi bitirecektir. Bir başka deyimle, Valiliğin Kıyı Yasasına uygun biçimde çizdiği bir kıyı kenar çizgisi varsa, bir de Adliye Mahkemesi kıyı kenar çizgisini çizerse o zaman birbirinden ayrı iki kıyı kenar çizgisi ile karşılaşılmış olur. Adliye Mahkemesi de kıyı kenar çizgisini çizmelidir görüşü 3621 sayılı Yasanın 9. maddesinin konuş amacına uymamaktadır. Yasa sürat istemektedir. 15.3.1990 günlü Türkiye Büyük Millet Meclisi müzakere zabıtalarında (B: 9, 0:1) zamanın Bayındırlık ve İskan Bakanı, hazırlanan kanun tasarısında kıyı çizgisini çizecek komisyonların kamu görevlilerinden oluşacağını, bunların Valiliklerin denetiminde çalışacağını açıkça belirtmiştir. Bu sebeplerle 1,7 ve 14. Hukuk Dairelerinin kararları Hukuk sistemimize uygundur. Tereddüt yaratmaz. Kıyıda yapılması zorunlu gemi sökme mahalleri ve liman gibi yapıların da İmar Kanununa tabi olduğu açıktır. Çizgi sırf yapılaşma için çizilmemektedir. O halde içtihatların 1,7 ve 14. Hukuk Daireleri görüşü doğrultusunda birleştirilmesi oyundayız. Bu sebeple çoğunluğun görüşüne katılmıyoruz. 14. Hukuk Dairesi14. Hukuk Dairesi Başkanı Üyesi Erdoğan ÖZDENEROL Mehmet Handan SURLU 14. Hukuk Dairesi14. Hukuk Dairesi Üyesi Üyesi Mehmet Salim ÖZER Yaşar BÜKEN
MUHALEFET ŞERHİ
28 kasım 1997 gün 1996/5 esas sayılı içtihadı birleştirme kararına aşağıda belirttiğim nedenlerden dolayı karşıyım.
1-Anılan içtihadı birleştirme kararı 3621 sayılı Yasa’nın emredici nitelikteki 9. maddesi hükmünü ihlal etmiştir. Çünkü bu madde hükmü gayet açık bir şekilde kıyı kenar çizgisinin valiliklerce kamu görevlilerinden oluşturulacak 5 kişilik bir komisyonca tespit edileceğini, komisyon üyelerinin jeoloji mühendisi, jeolog ve jeomorfolog, harita ve kadastro mühendisi, ziraat mühendisi, mimar ve şehir plancısı ve inşaat mühendisi olacağını emretmiş ve ayrıca valiliğin uygundur görüş yazısı ile birlikte Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’na gönderileceğini Bakanlıkça incelenip onaylandıktan sonra yürürlüğe gireceğini hükme bağlamıştır. Kanunun bu maddesinin emredici bir hüküm olduğu hiç bir kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık ve seçik ortadadır. Yasaların bir işlemin yapılmasını bir organa görev olarak vermesi demek, o işlemin sadece o organ tarafından yapılabileceği anlamına gelir. Ayrıca bu işlemi başka bir organ yapamaz şeklinde ayrı bir hüküm vazetmesi gereksiz olup, yasa tekniğine ters düşer. Bu itibarla mahkemelerin bu işi yapamayacağına dair yasada bir hüküm yoktur onun için mahkemeler de bu işlemi yapabilir demek olanaksızdır.
Aynı yasanın amaç ve kapsamını belirleyen hükümlere sığınmak suretiyle bu kanun maddesini değişik şekilde yorumlamak mümkün değildir. Çünkü açık ve seçik bir şekilde düzenlenmiş bir kanun maddesinin yorumlamaya tabi tutulması da olanaksızdır.
Emredici kanun hükümleri kamu düzeni ile ilgili olup bağlayıcı niteliktedir. Bu hükümler hilafına hiç bir işlem yapılamaz. Yapıldığı takdirde o işlem ölü doğacağı için geçerliliğinden söz edilemez.
Kanunlarımızın birçoğunda bazı işlem ve muamelelerin nasıl yapılacağını emreden hükümler bulunmaktadır. Örneğin; Medeni Kanunun 108. maddesi evlenmenin reşit iki şahit huzurunda Belediye reisi veya tayin ettiği vekili veya Muhtar tarafından alenen aktolunur hükmünü getirmiştir. Bu amir hükme rağmen, reşit olmayan şahitler huzurunda mahalle veya köy bekçisi tarafından yapılan evlenme aktinin geçerliliğinden söz edilebilir mi? Medeni Kanunun 479. maddesi resmi vasiyet senedi iki şahit huzurunda sulh hakimi veya noter tarafından yapılır hükmünü getirmiş 485. maddesi el yazısı ile vasiyetname, vasiyetçinin bizzat kendi el yazısı ile tanzim edileceğini emretmiştir. Bu amir hükümlere rağmen, vasiyet senedini sulh hakimi veya noter yerine bir arzuhalci de yapsa geçerli olur denebilir mi? El yazısı ile vasiyet senedini vasiyetçi yerine amcası da yazsa geçerli olur diyebilir miyiz? Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununa göre korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının tespiti Kültür ve Turizm Bakanlığınca yapılır. Bu varlıkların koruma alanları ise koruma kurullarınca tespit edilir. Bu emredici kanun hükümlerini bir tarafa bırakarak Kültür ve Turizm Bakanlığı yerine Orman Bakanlığı, koruma kurulu yerine Yüksek Seçim Kurulu da bu tespitleri yapsa geçerli olur, diyebilir miyiz? Kamulaştırma Kanununa göre kamulaştırılan taşınmaz mal değeri kıymet takdir komisyonlarınca tespit edilir amir hükmüne rağmen biz bu tespitin kadastro Komisyonunca da yapılsa geçerli olur diyebilir miyiz? bu soruların cevaplarının geçerli olmaz şeklinde olacağı apaçık ortadadır.
Bilindiği gibi 6831 sayılı Orman Kanunu 1973 senesinde yürürlüğe giren 1744 sayılı Yasa ile değiştirilmeden önce bir yerin orman sayılan yerlerden olup olmadığını belirleme yetkisini ilgili bakanlığa vermişti. Mahkemeler önüne gelen davalarda nizalı yerin orman sayılan yerlerden olup olmadığını Bakanlıktan sorar bakanlıkça verilen cevap hükme esas alınırdı. Mahkemeler bu işlemi bir orman mühendisi marifeti ile biz de yapabiliriz demeleri mümkün değildi. Bu işlem idari bir işlem kabul edilir ancak hak sahipleri Danıştay’a baş vurmuşsa neticesi beklenirdi. Aksi takdirde Bakanlığın cevabı dikkate alınarak karar verilirdi. 3621 sayılı Yasanın emredici nitelikteki 9. maddesi hükmüne rağmen kıyı kenar çizgisinin mahkemelerce yapılabileceğini kabul etmek bu madde hükmünü ihlal etmektir.
2- Anılan Tevhidi İçtihat idareye verilen görev ve yetkiye tecavüz etmek suretiyle Anayasa’da yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini çiğnemiştir. Çünkü kıyı kenar çizgisinin nasıl ve kimler tarafından belirleneceği ve yürürlüğe sokulacağı yasal olarak hükme bağlanmış bu görev idareye tevdi edilmiştir. Bu işlemin idari bir işlem olduğu apaçık ortadadır. İdari işlemlerin görevi idari organca yapılacağı ve denetimin ise idari yargıya ait olduğu Anayasa emridir. Eğer kazayı organ idareye hitaben idari işlemi sen yapmazsan bende yaparım derse bu husus idarenin görev ve yetkisini gasp etmektir. Sonuç itibariyle kuvvetler ayrılığı ilkesini ihlal etmektir.
3- Anılan Tevhidi İçtihat kendi içinde çelişki arz etmektedir.
Şöyle ki, içtihat idare tarafından yapılan ve yürürlüğe sokulan kıyı kenar çizgisi kesinleşmişse adli yargıyı bağlıyacağını kabul etmiştir. İdare tarafından tespit edilen kıyı kenar çizgisinin kesinleşmesi demek ilgililere tebliğ edilip bu işleme karşı idari yargıya süresinde dava açmamaları veya süresinde dava açılıp da idari yargıca bu hususta bir karar verilmesi sonucu bu işlemin katiyet arz etmesi demektir. Bu kabul şekli ile Tevhidi İçtihat bu işlemin idari bir işlem olduğunu tereddütsüzce kabul ettiği halde işlemin kesinleşmemesi halinde veya işlemin idarece yapılmaması halinde adli yargının da yapabileceğini kabul etmesi çelişkiye düşmektir. Çünkü bir işlem ya idaridir veya adlidir. Bir işlem aynı zamanda hem idari hem de adli olamaz. Bu itibarla İdari bir işlem niteliğinde olan kıyı kenar çizgisinin ancak ve ancak idari organca tespit edileceği bu işleme karşı hak sahiplerince ileri sürülecek Usulsüzlük ve davaların idari yargıca görüleceği mahkemelerin kıyı kenar çizgisini tespit edemeyecekleri kanaatiyle çoğunluk görüşüne karşıyım.
Niyazi DURAK 16. Hukuk Dairesi Üyesi
Karşı Oy
T:C. Anayasanın 43. maddesi kıyıların devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğunu açıkladıktan sonra kıyılar ve sahil şeritlerinin kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden yararlanma imkan ve şartlarının kanunla düzenlenmesine dair hüküm getirmiştir. Anayasanın bu hükmü karşısında yasama organınca 3621 sayılı Kıyı Kanunu kabul edilmiş, bu kanuna göre sahil şeridi ve kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi görevi yasada belirlenen ve idarece saptanacak kurula bırakılmıştır. Hakkında hüküm bulunan hallerde içtihat söz konusu olamaz. Kanun hükümlerinin uygulanması yargının da görevidir. Kıyı kanununda yöntemine uygun bir şekilde komisyonlarca belirlenen kıyı kenar çizgisinin ilan yolu ile veya başka şekilde tebliğine ilişkin bir hükümde bulunmamaktadır. Bu bakımdan, komisyon kararlarının ayrıca ilana tabi tutulması yasal değildir. İlan hususu Kanun koyucunun amacına uygun düşmeyeceği gibi kıyılardan istifade etmek herkesin hakkı olduğundan böyle bir ilan mükellefiyetinin kabul edilmesi önlenemez gecikmeler ve masrafı gerektirir. Kanunları yorumlayan kurumların bunu kanun koyucunun amacına uygun şekilde yorumlaması gerekir. İdarece düzenlenen kıyı kenar çizgisine uymak mahkemeleri de bağlayacağından sayın çoğunluğun bu yöne ilişkin kararına katılmıyorum.
İdarece kıyı kenar çizgisinin düzenlenmesi halinde ise, idarenin bunu yasanın belirlediği süre içerisinde ve yöntemine uygun şekilde yapması gerekir. Kıyı kenar çizgisinin belirlenmemesi karşısında idareyi zorlayıcı mahiyette ve adli yargıda karar verilemez. Böyle durumlarda kanunda açık hüküm bulunmadığından Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulu 13.3.1972 tarih ve 7/4 sayılı içtihadı ile bu boşluğu doldurmuş, kıyı kenar çizgisinin araştırılmasını belirlediği ilkelere göre adalet mahkemelerinin yetkisi ve görevine bırakmıştır.
Sayın çoğunluğun kıyı kenar çizgisinin idarece düzenlenmemesi halinde yasa boşluğunun içtihatla doldurulacağına ilişkin görüş bölümüne aynen katılıyorum. Üye Altan ERTÜRK Yargıtay 20. Hukuk Dairesi